DERVİŞ 2
ŞEHİRDE
Şehre ulaştıklarında kapıda onları dev bir yazı karşıladı. Batın Ülkesine hoş geldiniz diye yazıyordu. Gümrük görevlileri ülkeye almak için herkesin pasaportunu soruyor ve herkes kendi durumuna uygun pasaportunu gösteriyordu. Sıra Derviş’e gelmişti…
– Pasaport
– Lailaheillallah dedi, derviş…
– Bu pasaport batın ülkesinin vatandaşlarına verilen pasaport, sen bu ülkenin misafiri değil sahibisin dedi gümrük görevlisi…
Şehrin kapısındaki nöbetçiler onları iyi bir şekilde karşılayıp kervansaraya konuk ettiler. Kervansaray’da dinlenen kervan yolcuları bu arada mallarına da satıcı buluyor, ya da şehrin tüccarları onların getirdiği malları değerlendiriyorlardı.
Derviş bir köşede insanların mal ile imtihanını sessizce seyrediyordu. Ama rızkın onda dokuzu ticarettir diye buyurduğunu hatırladı Nebi’nin… hatta Nebi’nin kendisinin de bir tüccar olduğunu hatırlayınca önceki küçümseme halinin yerini bir saygı aldı. Sonunda insanların iaşesi için bu zorunlu bir işti ve insanlara hizmet etmek hakka hizmet etmekti…
Derviş Kervansarayın pazarında bunları düşünerek tefekkür ederken şehrin sultanın askerleri kervansaraya geldiler ve içlerinden bir şifacı var mı diye nida ettiler… Sultan hasta idi ve derdini saray hekimleri çözemiyordu. Son bir ümit gelen kervanları yokluyorlar belki de bir şifacı olur ve derdini çözerdi.
Kervancıbaşı Derviş’i işaret etti askerlere… Onun farklı birisi olduğunu anlattı. Mutlaka o bir çözüm bulabilirdi…
Askerler Derviş’in önünde saygıyla eğildiler ve onu saraya davet ettiler. Derviş, şifacı olmadığını düşündü ama sonra Şafiler Şafisine münacaat edebileceğini hatırladı ve gidelim dedi.
Derviş’i saraydan gönderilen süslü bir arabaya bindirdiler… Derviş şehrin kalbinden geçti… batın ülkesinin insanları bir tuhaftı.. uçsuz bucaksız ekin arazilerinden geçtiler. Bir çiftçi topladığı ekinleri yığın yaptı ve sonra da onları yaktı… Fesubhanellah dedi derviş… yola devam ettiler…
Sonra kızılnehrin kıyısına geldi. Daha doğrusu suyu kan gibi kırmızı akan bir nehrin kıyısına geldi… nehrin karşısına geçmek için yüzen bir adam vardı. Tam kıyıya ulaşmıştı ki adamın birisi çıkıp ona taş atmaya kıyıya çıkmasını engellemeye çalıştı. Yüzücü, mecburen yönünü başka bir yere çevirdi. Fakat orada da başka insanlar çıkıp onu taşladılar. Yüzücü nehirde bir o yana bir bu yana dönüyor fakat bir türlü kıyıya çıkamıyordu. Fesubhanellah diyerek yola devam etti.
Derviş, bu sefer öncekinden daha ilginç bir manzara gördü. Son derece çirkin insanlar koca bir ateş yakmış ve etrafında dönüp dans ediyorlardı. Arabayı görmelerine rağmen danslarına ve müziklerine devam ettiler. Zevkten kendilerinden geçmişlerdi. Şaşırdı derviş fakat fesubhanellah deyip yola devam etti.
Derken ucu bucağı gözükmeyen büyük bir bahçeye geldiler. Dervişi getiren mihmandarlar, Sultanımızın Sarayına geldik dediler. Arabadan inip hürmetle bahçenin toprağını öptüler. Sultanımızın sarayı bizim için bereket kaynağı dediler. Bahçenin giriş kapısı önünde görevliler vardı… Dervişi ve onu getirenleri saygıyla içeri buyur ettiler.
Derviş, bahçeye girdi ama ortada saray maray gözükmüyordu. Nerede acaba bu saray diye düşünmeye başladı. Bahçenin ortasında büyük ulu bir ağaç vardı.. başı gözükmüyordu… eni boyu görünmüyordu. Derken mihmandarı yanına yaklaştı. Bu Tuba ağacıdır. Sultanımızın sarayının bulunduğu ağaç diye durumu açıklamaya ve tuhaflığı/şaşkınlığı gidermeye çalışmak amacıyla.
Ağacın yanına getirdiler Derviş’i. Sultan burada dediler. Derviş ağaca tuhaf tuhaf bakmaya başladı. Ne kadar acaip bir ülke diye düşündü. Sultanları ağaçta mı yaşıyordu?
Fakat daha sözlerini bitirmemişti ki ağaçtan aşağıya bir oda indi… odaya bindiler… oda hareket edip herkesi yukarı çıkardı. Aslında o bir oda değil, insanları yukarı taşıyan bir araçtı… yani büyük bir sepetti.
Ağacın tepesine geldiklerinde büyük bir düzlük gördü. Düzlüğün ortasında altın ve yakuttan yapılmış pırıl pırıl parlayan devasa büyüklükte bir saray vardı. Saraya doğru yürüdüler. Saraya giden yolun sağında solunda hayvanlar geziyordu. Hayvanlara dikkatle baktığında Kurt ile kuzu’nun birlikte gezdiğini vahşi hayanlar ile diğerlerinin kardeşçe dolaştığını hayretle gördü. Saraya giden yolun ortasında bir havuz vardı. Saraya girmek için bu havuzu aşmaları gerekirdi. Ama havuz çok büyüktü. Derviş etrafta sal gibi bir şey ararken, nöbetçiler havuzun üzerinden yürüyerek geçtiler. Derviş’e de hadi diye seslendiler. Derviş de etekleri ıslanmasın diye biraz çekiştirerek yürüdü ama ne tuhaf ki suyu hissetmiyordu. Sanki bir cam parçası üzerinde yürüyordu. Nihayet sarayın kapısına vardı. Nöbetçiler geleceklerini bildiklerinden hürmetle selamlayıp içeri buyur ettiler. Derviş’i içerde Sultan’ın hacibi yani özel kalem müdürü karşıladı.
– Sarayımıza şeref verdiniz efendim
– Bilmiyorum daha ne verdiğimi ve ne vereceğimi..
– Sultanımız uzun yıllardır hasta yatıyor, bir türlü onu kendisine getiremedik. Saray tabibleri ve hatta ülkenin tüm tabibleri derdine deva olacak bir şey bulamadılar. Acze düştük… biz de gelip giden seyyahlardan şifacı aramaya başladık. İnşaallah siz şifa edebilirsiniz.
– Şifa sahibi Allah’tır… biz ona yöneleceğiz…
– İsterseniz sizi Sultan’ın huzuruna götüreyim…
– Ben sultanın huzuruna çıkmadan önce Sultanlar Sultanının huzuruna çıkmak yani namaz kılmak isterim..
– Tabi ki
Namazdan sonra hacip ve diğer tabiblerle birlikte Sultan’ın bulunduğu odaya girdi. Oda gerçekten çok zengin döşenmişti. Çok süslüydü… Sultan’ın başında nedimeleri, hizmetkarları ve tabibleri bulunuyordu. Bir hoca efendi de Kur’an okuyordu… Hayatta hiç bu kadar lüks ve büyük bir yatak odası görmemişti Derviş şaşkınlıkla odayı inceliyordu. Odada sadece yatak yoktu, bir insanın ihtiyaç duyacağı her şey vardı. Banyo, tuvalet, giysi odası, oturma odası, dinlenme bölümü, yemek bölümü her şey vardı…
Sultan yatakta bilinçsiz bir şekilde yatıyordu.. Baş tabib Derviş’e yaklaştı ve şimdiye kadar yaptıkları tedavileri anlattı.
-Biz bilimin verdiği tüm imkanları kullandık, bir şifa bulamadık, umulur ki siz bir şifa bulabilirsiniz.
Son cümleyi söylerken biraz istihza, biraz küçümseme, biraz kıskançlık ve biraz da tereddüt vardı. Hatta biz bulamadık bu kadar bilgi ile sen nasıl bulacaksın der gibi bakıyordu…
Derviş verilen mesajları hiç dikkate almadı. O Yaradan’a sığındı ve Sultan’a teveccüh etti. Bütün perdeler aralandı. Yatak odası yok oldu ve önüne büyük geniş bir düzlük çıktı. Hatta bir çok insanın ve garip mahlukatların olduğu bir mekan çıktı. Burası Emmare ülkesiydi. Biraz daha baktığında Sultan Emmare ülkesinde tutsak edildiğini ve çıkamadığını gördü. Hatta ölümle burun buruna gelmişti… Sultanı bu tutsaklıktan kurtaramazsa orada ölecek… Mutlaka oraya gitmeli ve sultanı kurtarmalıydı.
Biraz daha teveccüh etti ve oraya gitmek için “hu” kapısını aradı. odanın ortasında bir kapı belirdi. Bu hu kapısıydı. Derviş “hu” kapısının önüne geldi… kapıyı çaldı… parolayı söylemeden giremezsin diye bir ses geldi… “Ya Fettah” dedi. Kapı gıcırdayarak ardına kadar açıldı. Şimdi Derviş saraydan çıkmış, Sultan’ın tutsak edildiği Emmare ülkesine girmişti…
DEVAM EDECEK.
İbrahim Halil ER