Son yıllarda da yeni bir moda türedi. Bazı kişiler eğer bazı mihraklarca yönlendirilmemişlerse, ses getirmek ve meşhur olmak için İslam dünyasının tanınmış güzide kişilerine yönelik saldırılar yapmaktadırlar. Bu saldırıların önemi, seçilen kişilerin kendi ekolünde temel olmalarıdır. Bir Buhari, Ahmed b. Hanbel ve bir İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi bunlardan birkaçıdır. Bu saldırıların amacı, Müslümanların zihni birliğini bozmak, zihni ifsat etmek ve onları batılı fikirlere açık hale getirmektir. Müslümanların el birliği ile böylesine sapkın fikirlerle mücadele etmesi gerekir.
İmam-ı Rabbaniye laf söyleyenler, onu eleştirenler bir zahmet onun dönemindeki Hindistan’a baksınlar. İmam-ı Rabbani’nin nasıl bir mücadele içerisinde olduğunu, Hindistan’ı nasıl da kâfir olmaktan kurtardığını görsünler. Yani onların kafasındaki batılıların zihnimize yerleştirdiği “bir lokma, bir hırka” tasavvurundaki bir tasavvuf erbabı olmadığını, son derece canlı ve dinamik olduğunu görsünler. Gerçek tasavvuf, miskinliği ve dünyayı dünyalık isteyenlere terk eden bir yapıda olmayıp, bilakis bu dünyada mücadele etmektedir. Çünkü onlar, ahiretin bu dünyadaki amellerle kazanılacağını (dünya ahiretin tarlasıdır) bilirler. Ameller sadece ibadet değil, fakiri doyurma, cihad etmek gibi geniş bir yelpazeye yayılır. Diğerlerinden farkı ise “dünya onların kalbine yerleşmemiştir.”
İmam-ı Rabbani 1564 yılında Doğu Pencap’takiSirhind’de doğdu. 1624 yılında vefat etti. Nakşibendi Tarikatının Müceddidiyekolununun kurucusu olarak görülse de aslında o Tasavvuf üzerinde çok derin etkiler bıraktı. Onun iki önemli mücadelesi oldu birisi siyasi olup dönemin Hindistan Hükümdarı (Babür Hükümdarı) Ekber Şah’a karşı iken, diğeri de bidat ve hurafelere karşı oldu. Özellikle tasavvufun mistikleşmesini ve hurafelere batmasını engellediği gibi, yetiştirdiği öğrenciler aracılığıyla da ehli sünnet inancının güçlenmesini sağladı. O, sadece bir mutasavvıf değil bir ehli sünnet âlimiydi. İslam âlimleri onu ikinci bin (hicri) yılın müceddidi olarak nitelemeleri boşuna değildi.
İmam-ı Rabbani’nin tasavvuftaki yeri ve görüşleri ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar geniştir. Bizim bu yazımızın amacı imama karşı bazı mihraklarca oluşturulan eleştirilere topluca cevap vermektir.
O dönemin Hindistan’ına bir Türk devleti olan Babür devleti hükmetmekteydi. Bu devletin başında Ekber Şah bulunuyordu. Ekber Şah, yeni bir din denemesi içerisindeydi. Bu din İslam ile Hindistan’daki yerel dinlerin sentezlenmiş haliydi. Bir anlamda günümüzün modern tabiriyle dinler arası diyalog çalışmasının ilk aşamasıydı ama burada Hindistan’ın yerel kültürü öne çıktığından Hindu dinleriyle (Hinduizm, Brahmanizm, Budizm vb… ) bir sentez yapmaya çalışıyordu.
İşte İmam-ı Rabbani, kimsenin hükümdara yanlış yaptığını söylemeye cesaret edemediği bir dönemde onun hatalı olduğunu söyledi. Onunla tartıştı. Onun bu cesaretli çıkışı, hükümdarın önce tepkisini çekti. Onu bir yıl kadar hapsetti. Bu dönemde talebeleri onu kaçırmayı veya isyan çıkarmayı teklif etseler de o bütün bunlara karşı çıktı. Stratejisi yumuşak muhalefetti. Yani kansız bir muhalefet yapma, fitneye yol açmama şeklindeydi. Bir yıl kadarki hapishane uzletinden sonra taraftarlarının yoğun baskısı sonucu Sultan tarafından çıkartılması emredildi. Sarayda Sultan’la dini tartışmalara girişti. Uzun dini tartışmalardan sonra sultanın kafasındaki yanlışları düzeltti. Böylece Hindistan’da oluşabilecek bir yanlışın önüne geçti. Saraydan ayrıldığında artık ömrünün de sonuna gelmişti. Arkasında binlerce talebe ve eserler bıraktı.
Gördüğünüz gibi, İmam-ı Rabbani’nin seçilmiş olması tesadüfi değildir. Hindistan’da yaşanan bu tür olayların benzeri ülkemizde de denendi. Sonuçta burada da başarılı olamadılar. Şimdi karşı taraf, bu tür simge isimlere saldırarak ve yıpratarak yeniden mevzi kazanmaya çalışmaktadır. Çünkü bugünkü dünyada şer güçlerin diyalog çalışmalarına her zaman olduğu gibi tasavvuf cenahı tepki göstermektedir.
İmam-ı Rabbani’nin seçilmesinin diğer bir nedeni de küresel derin dünya devletleri, Müslümanlarla tüm dünyayı kavgalı hale getirmeye çalışmalarıdır. Batı dünyası İslam ile kavga ederken, yanlarına Budistleri ve Hinduları da getirmeye çalışmaktadır. Bir anlamda haçlı seferleri sırasında Papa’nın Moğollarla yapmak istediği ittifak girişiminin benzerini yapmaya çalışmaktadırlar. Arakan meselesi de bu bakışla bakılmalıdır. İslam dünyasını doğudan da kuşatma, Budist dünya ile de kavgalı hale getirme ve yok etme çalışmasıdır. Ama unuttukları bir şey var, o da bu dinin asıl sahibi bizzat Allah’tır…
İmam-ı Rabbaniye laf söyleyenler, onu eleştirenler bir zahmet onun dönemindeki Hindistan’a baksınlar. İmam-ı Rabbani’nin nasıl bir mücadele içerisinde olduğunu, Hindistan’ı nasıl da kâfir olmaktan kurtardığını görsünler. Yani onların kafasındaki batılıların zihnimize yerleştirdiği “bir lokma, bir hırka” tasavvurundaki bir tasavvuf erbabı olmadığını, son derece canlı ve dinamik olduğunu görsünler. Gerçek tasavvuf, miskinliği ve dünyayı dünyalık isteyenlere terk eden bir yapıda olmayıp, bilakis bu dünyada mücadele etmektedir. Çünkü onlar, ahiretin bu dünyadaki amellerle kazanılacağını (dünya ahiretin tarlasıdır) bilirler. Ameller sadece ibadet değil, fakiri doyurma, cihad etmek gibi geniş bir yelpazeye yayılır. Diğerlerinden farkı ise “dünya onların kalbine yerleşmemiştir.”
İmam-ı Rabbani 1564 yılında Doğu Pencap’takiSirhind’de doğdu. 1624 yılında vefat etti. Nakşibendi Tarikatının Müceddidiyekolununun kurucusu olarak görülse de aslında o Tasavvuf üzerinde çok derin etkiler bıraktı. Onun iki önemli mücadelesi oldu birisi siyasi olup dönemin Hindistan Hükümdarı (Babür Hükümdarı) Ekber Şah’a karşı iken, diğeri de bidat ve hurafelere karşı oldu. Özellikle tasavvufun mistikleşmesini ve hurafelere batmasını engellediği gibi, yetiştirdiği öğrenciler aracılığıyla da ehli sünnet inancının güçlenmesini sağladı. O, sadece bir mutasavvıf değil bir ehli sünnet âlimiydi. İslam âlimleri onu ikinci bin (hicri) yılın müceddidi olarak nitelemeleri boşuna değildi.
İmam-ı Rabbani’nin tasavvuftaki yeri ve görüşleri ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar geniştir. Bizim bu yazımızın amacı imama karşı bazı mihraklarca oluşturulan eleştirilere topluca cevap vermektir.
O dönemin Hindistan’ına bir Türk devleti olan Babür devleti hükmetmekteydi. Bu devletin başında Ekber Şah bulunuyordu. Ekber Şah, yeni bir din denemesi içerisindeydi. Bu din İslam ile Hindistan’daki yerel dinlerin sentezlenmiş haliydi. Bir anlamda günümüzün modern tabiriyle dinler arası diyalog çalışmasının ilk aşamasıydı ama burada Hindistan’ın yerel kültürü öne çıktığından Hindu dinleriyle (Hinduizm, Brahmanizm, Budizm vb… ) bir sentez yapmaya çalışıyordu.
İşte İmam-ı Rabbani, kimsenin hükümdara yanlış yaptığını söylemeye cesaret edemediği bir dönemde onun hatalı olduğunu söyledi. Onunla tartıştı. Onun bu cesaretli çıkışı, hükümdarın önce tepkisini çekti. Onu bir yıl kadar hapsetti. Bu dönemde talebeleri onu kaçırmayı veya isyan çıkarmayı teklif etseler de o bütün bunlara karşı çıktı. Stratejisi yumuşak muhalefetti. Yani kansız bir muhalefet yapma, fitneye yol açmama şeklindeydi. Bir yıl kadarki hapishane uzletinden sonra taraftarlarının yoğun baskısı sonucu Sultan tarafından çıkartılması emredildi. Sarayda Sultan’la dini tartışmalara girişti. Uzun dini tartışmalardan sonra sultanın kafasındaki yanlışları düzeltti. Böylece Hindistan’da oluşabilecek bir yanlışın önüne geçti. Saraydan ayrıldığında artık ömrünün de sonuna gelmişti. Arkasında binlerce talebe ve eserler bıraktı.
Gördüğünüz gibi, İmam-ı Rabbani’nin seçilmiş olması tesadüfi değildir. Hindistan’da yaşanan bu tür olayların benzeri ülkemizde de denendi. Sonuçta burada da başarılı olamadılar. Şimdi karşı taraf, bu tür simge isimlere saldırarak ve yıpratarak yeniden mevzi kazanmaya çalışmaktadır. Çünkü bugünkü dünyada şer güçlerin diyalog çalışmalarına her zaman olduğu gibi tasavvuf cenahı tepki göstermektedir.
İmam-ı Rabbani’nin seçilmesinin diğer bir nedeni de küresel derin dünya devletleri, Müslümanlarla tüm dünyayı kavgalı hale getirmeye çalışmalarıdır. Batı dünyası İslam ile kavga ederken, yanlarına Budistleri ve Hinduları da getirmeye çalışmaktadır. Bir anlamda haçlı seferleri sırasında Papa’nın Moğollarla yapmak istediği ittifak girişiminin benzerini yapmaya çalışmaktadırlar. Arakan meselesi de bu bakışla bakılmalıdır. İslam dünyasını doğudan da kuşatma, Budist dünya ile de kavgalı hale getirme ve yok etme çalışmasıdır. Ama unuttukları bir şey var, o da bu dinin asıl sahibi bizzat Allah’tır…
23 Eyl 2017 02:08 güncellendi
İbrahim Halil Er