Abdullah b. Mes’ud’un, künyesi “Ebu Abdirrahman”dır. Annesine nisbetle “İbn Ümmi Abd” de denilir. Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle Kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmış, ilmi yönden sahabenin en önde gelenlerinden biri olmuştur. Hicret’in 32/652 senesinde Medine’de vefat etmiştir. Bu büyük sahabinin İslam’dan önceki hayatı ve ailesi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Çok fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslam’dan önceki devrede “Cahiliye devrinde” şöhrete ulaşmamış, fakat onun asıl hayatı, Müslüman olduktan sonra başlamıştır. Çocukluğunda Ukbe b. Ebi Mu’ayt’ın sürülerine çobanlık etmiştir. Babası hakkında fazla bir şey bilinmemekle beraber, o, Benû Zühre Peymân (halif, mevla)lısı olarak tanınır. Bundan dolayı kendisine “Sahabi b. Sahabiye” namı da verilmektedir. Hz. Hatice ve Hz. Ali’den sonra İslam’ı kabul eden, üçüncü kişi olduğu söylenirse de bizzat kendisi, İslam’daki yerini altıncı sıraya koymakla şeref duyduğunu söylemektedir. İslam’ın ilk günlerinde Müslüman olan Abdullah b. Mes’ud, zayıf, nahif bedeni ve ilmi ile islam’a büyük hizmetlerde bulunmuştur. Müslüman olduktan sonra, onu daima Hz. Peygamber’in ve İslam’ın hizmetinde görmekteyiz. Hz. Peygamber tarafından cennetle müjdelenen Abdullah b. Mes’ud, kısa bir boya, zayıf bir bedene, ince bacaklara ve esmer bir tene sahipti. Temiz ve güzel elbiseler giymesini seven, güzel kokular sürünen, karanlık gecede süründüğü koku ile tanınan bir kişi idi.
Hz. Peygamber zamanında Mekke’de diğer Müslümanlarla birlikte, müşriklerin eza ve cefalarına maruz kalmıştı. Onların bu eziyetlerinden kurtulmak için, Habeşistan’a göç etmiş, Medine’ye ilk hicret edenler arasında yer almıştır. Kaynaklar, O’nun peygamber devrindeki bütün savaşlara katılmış olduğunu bildirmektedir. Bedir Savaşında, Ebu Cehil’in yaralanmasından sonra, öldürülmesi İbn Mes’ud’un eliyle olmuş, Hz. Peygamber, ümmetin firavunu sayılan Ebu Cehil’in öldürülmesinden dolayı Allah’a hamdu sena etmiş ve Abdullah’ı överek, Ebu Cehil’in kılıcını, ona hediye etmiştir. Mekke’de, ilk defa müşriklerden korkmadan ve onlardan gelecek ezaya aldırmadan aşikar olarak Kur’ân okuyan da Abdullah b. Mes’ud’dur. Gerek kendisinin ve gerekse annesinin sık sık Hz. Peygamberin evine girip çıkması, yabancılar nazarında, onların Peygamberin ailesinden oldukları zannını uyandırmıştır. İbn Mes’ud kendisini, Hz. Peygamberin hizmetine adamıştır. Sesi güzel olduğu için Kur’ân’ı da güzel okurdu. Sahabe arasında ahlak ve yaşantı yönünden en fazla Hz. Peygamber’e benzeyen kişi İbn Mes’ud idi. O, Hz. Peygamber’in yaşantısı, kıyafeti ve ahlakını taklit etmeye çalışanların en gayretlisi idi. Bilhassa namaz kılmaya çok önem verirdi. Bir taraftan Hz. Peygamber’in işleriyle meşgul olurken, diğer taraftan, İslam’a yeni girenlere İslam’ı öğretmek vazifesini de üzerine almıştı. Uhud Muharebesinde, Peygamber’in etrafındaki Müslümanlar dağıldığında, Hz. Peygamber’in yanında kalan dört kişiden biri Abdullah b.Mes’ud idi.
Hz. Peygamberin vefatından sonra da ilim ve öğretmenlik vazifelerine devam etmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde, Ridde hadiselerinde Medine’yi savunmaya elverişli hale getirme lüzumu hissedildiğinde, Abdullah, şehrin zayıf noktalarının savunmasına ayrılanlar arasında bulunuyordu. Yermük Harbinde de yerini almış ve vazifesini yapmıştır.
Hz. Ömer’in hilafetinde, Ömer tarafından Küfe şehrinde vazifelendirilmiştir. Burada, İbn Mes’ud’un iki vazife yaptığını görmekteyiz. Birincisi, kadılık ve iftâ, ikincisi ise beytu’l-mâl memurluğudur. Hz. Ömer’in zamanında, bu vazife ile görevlendirildiğini görmekteyiz. Bu yeni vazifesinden evvel o, Müslümanlar arasındaki ihtilafları hallediyor, fetvalar veriyor ve Kur’ân okutuyordu. Kadılık, Şureyhe verildikten sonra, Abdullah da beytu’l-mâl memurluğuna devam etmiştir. Hz. Ömer’in şehit edilmesinden sonra, Medine’ye dönmüş, bir müddet orada kalmıştır. Hz. Osman’ın onu görevlendirmesi üzerine tekrar Kufe’ye eski vazifesine dönmüştür.
Burada şu noktaya da işaret etmekte fayda mülahaza etmekteyiz. Türkçe’ye terceme edilen islam Ansiklopedisine “İbn Mes’ud” maddesini yazan A.J. Wensinck’in, onun hakkındaki “Medine’n herhangi takva sahibi gibi, Abdullah’ın idare işlerine istidadı yok idi” (V. 772) sözü, Abdullah’a karşı açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü o, Hz. Ömer devrinde Kufe’ye tayin edildiğinde, Ammar b. Yasir de vali olarak tayin edilmişti. Bir meseleden dolayı, ikisi arasında çıkan bir münakaşada, Ammar, Abdullah’a kırıcı sözler söylemiş, Abdullah ise bu sözleri sabırla karşılamıştı. Fakat, bu iki zat arasıda geçen münakaşa, Medine’de Hz. Ömer’e kadar ulaşmış ve Ömer, derhal Ammar’ın valiliğine son vererek, yerine Mugire b. Şu’beyi vali tayin etmiştir. Daha sonraları, Hz. Osman’ın hilafeti zamanında, Kufe’ye tayin edilen, Sa’d b. Ebi Vakkas ile Abdullah b Mes’ud’un başlangıçta araları iyi idi. Fakat bir ara Sa’d, beytu’l-mâldan borç para almıştır. Borcun ödenmesi zamanı gelince, borcu ödeyememiştir. Abdullah ise, bu borcun ödenmesini istiyordu. Bu sebepten araları açıldı. Haber, Osman’a kadar ulaştı. O da Ömer gibi, Abdullah’ı haklı bularak, Sa’dı valilikten uzaklaştırdı. A.J. Wensinck’in, Abdullah hakkında bir anda idari işlere istidadının olmadığını söylemesi görüldüğü gibi vakıalara uygun değildir. Eğer onun idari işlere kabiliyeti olmasaydı, Ömer ve Osman gibi iki halifenin, onu Kufe’de devletin hassas bir vazifesine tayin etmeleri ve şu hadiseler karşısında, onu orada tutmaları mümkün olur muydu? Her iki halife devrinde, valilerin azledilip, onun vazife başında tutulması, görevindeki başarısının bir işaretidir.
Ebu Zerr el-Gıfari’nin, Osman tarafından Rebeze’ye mecburi gönderilişi, yine Osman tarafından, resmi mushafa muhalif olur endişesi ile hususi mushafların yakılmasını emretmesi gibi sebepler, Abdullah ile Osman arasında bir kırgınlık meydana getirmiş olabilir, İbn Mes’ud, Osman tarafından Medine’ye çağrılmış, o da emre itaat etmişti. Abdullah’ın Osman tarafından Medine’ye çağrıldığını duyan Kufe’liler, onun Kufe’den ayrılmaması ve kendisini koruyacaklarını söylemelerine rağmen, Abdullah onların bu sözlerine ehemmiyet vermemiş “Ona itaat etmem gerekir. Birçok fitneler zuhur edecek, bu fitnelerin benimle başlamasını asla istemem.” diyecek basireti göstererek Medine’ye gitmişti. Halkın sevgi ve muhabbetini kazanabilmek ve amirlerine itaatkar olmak gibi hasletler, idari kabiliyetsizlik için sebep sayılabilir mi?
Abdullah b.Mes’ud, Kufe’de sadece idari vazifelerde bulunmamış, orada ve Medine’de İslami ilimlerde öğretmenlik yapmıştır. Kufe’den ayrılmadan evvel, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh medreselerinin de temellerini atmış bulunuyordu. Bu büyük sahabi, altmış yaşını geçmiş olduğu bir sırada 32/652 yılında, Hz. Osman’ın hilafeti zamanında, Medine’de vefat etti. Cenaze namazının Osman veya Ammar tarafından kıldırıldığına dair rivayetler vardır. Baki mezarlığına defnedilmiştir.
Biz onun büyüklüğünü, siyasi hayatından ziyade, İslama hizmetlerinde ve İslami ilimlerdeki öncülüğünde arayacağız. Mescid-i Nebevinin hemen yanında yerleşmiş olması, her zaman Hz, Peygamber’in yanına serbestçe girebilmesi, onun Peygamber’le her an beraber olmasına vesile olmuştu. Bu bakımdan Abdullah, birçok hususlarda Hz. Peygamber’e benzetilirdi. İbn Mes’ud, bilgisinin büyük bir kısmını, Hz. Peygamber’den almıştı. Kendisi, Hz. Peygamber’in ağzından 70 den fazla sure ezberlediğini defalarca tekrarlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in vahyi, tertibi, kıraati ve tefsiri gibi konular bahis konusu edilince, İbn Abbas’dan sonra hemen akla gelen isim Abdullah b. Mes’ud’dur. Hz. Peygamberin yanından gece gündüz ayrılmayan ve onun hizmetinde bulunan İbn Mes’ud Kur’ân ilimlerine büyük hizmette bulunmuştur. Şüphesiz o, Allah’ın kitabının en büyük müfessirlerinden biridir. Adeta kendini bu yola adamıştır. Kendisinden şöyle rivayet edilir: “Sûrelerin ve ayetlerin nerede nazil olduğunu en iyi bildiğini söyledikten sonra, eğer Allah’ın kitabını benden iyi bilen birinin bulunduğu yeri bilseydim, devemi derhal hazırlayıp mutlaka oraya giderdim.”
İbn Mes’ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan kişidir. Bu medrese fıkıhta olduğu gibi, tefsirde de re’ye ehemmiyet vermiş ve bu medreseden daha sonraki nesillere, bu ilimleri nakleden pek çok kimseler yetişmiştir. İbn Mes’ud’un ilmi, Hz. Peygamer’e olan ittisal ile başlar. Güzel Kur’ân okur, Hz. Peygamber, onun Kur’ân okuyuşunu zevkle dinlerdi. Sahabe arasında, Kur’ân hafızlarının en önde gelenlerindendi. Kendisinin topladığı ve adına izafe edilen bir mushafı vardır. İbn Mes’ud, Kur’ân’ın siyah noktalarla işaretlenmesini istemezdi. O’na göre, bu şekildeki noktalamalar, Kur’ân’ın yazılışına hoş olmayan bir görünüm katmaktaydı. Yine o, her on ayette bir işaret koyma anlamına gelen ta’şir’den de hoşlanmazdı. İbn Mes’ud’un kendisine ait olan nüshasında, tefsir kabilinden olan bazı ilaveler görülmektedir. Bu ilavelerin kendinden sonraki fikir hayatına epeyce tesiri olmuştur. Mesela, yemin kefaretinden bahseden, Maide Sûresi’nin 89. “… fakat kim bunları bulamazsa üç gün oruç (tutması lazımdır)” ayetinin sonuna lafzını ziyade olarak ilave etmiştir.
Bu ilaveye dayanarak, yemin keffareti için oruç tutmak isteyen kişinin, biri biri ardınca inkitasız üç gün oruç tutması lazım gelir denmiştir. (Hanefi mezhebine göre). İbn Mes’udun mushafında bulunan ziyadelikler ve değişik kıraat şekilleri, bilinmesi güç olan kelimeleri izah yönünden de faydalı olmuştur. İsra Sûresi’nin 93. ayetindeki kelimesi şeklinde okunması “Zuhruf” kelimesinin lügat yönünden açıklanmasına sebep olmuştur.
Biliyoruz ki, ekseri sahabe nazil olan ayetleri ezberler ve bunların amelî tatbikatını öğrenmedikçe, diğerlerine geçmezlerdi. Mesrûk, hocası hakkında “Abdullah bize evvela bir sûreyi okur, sonra da bu sûreyi bütün gün tefsir ederdi.” demektedir. O halde İbn Mes’ud, etrafında buiunan talebelerine ayetlerle ilgili fıkhı hükümlerden, sebebi nüzulden, nasih ve mensuhdan bahsetmekte idi.
Hatta o lafzını söyleyemeyen bir yabancıya şeklinde okumasını söylemiştir.
İbn Mes’ud, müteşabih ayetler hakkında te’vil yolunu kabul eden sahabedendir. Onun Kur’ân tefsirindeki en mühim kaynağı bizzat yine Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi olmuştur. Kur’ân’dan sonraki kaynağı, Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bu iki yolun dışında, kendi şahsi görüşlerini ileri sürmüş, içtihadı ile hareket etmiştir.
Sahabeden bazılarının ve İbn Mes’ud’un Hz. Peygamber’den duydukları tefsir mahiyetindeki izahları, kendi hususi nüshalarında da tesbit ettiklerini zikretmiştik. Bu gibi ilavelerin, Hz. Peygamber’den duyulan tefsir mahiyetindeki ifadeler olduğunu ve ayetin anlaşılmasını kolaylaştırmasına rağmen, Ignaz Goldziher, bu ziyadelikler hakkında “Bu ziyadeliklerden hakikaten ne kastedilmiş olduğu pek açık değildir. Acaba bu ziyadeleri yapanlar hakikaten bir nassın tashihini mi, murad etmişler? Yoksa bu nassı asla değiştirmeyen, izah edici bazı talikatı mı izafe etmek istemişlerdir?” gibi sualler sorarak, okuyucuları şüpheye düşürmek istemektedir. Goldziher’in bu şekilde müphem ve şüphelendirici bir ifade kullanması doğru değildir. Çünkü bu ilavelerin, bir nassın ta’dili olmadığı, nassı beyan ve tefsir kabilinden olduğu, delillerle sabittir. Bu gibi fazlalıklar, mutlak olan bir nassın takyidini mümkün kılmakta ve hüküm istinbatında yardımcı olmaktadır. Mesela, yemir keffaretinde üç günlük orucun arka arkaya tutulması gibi.
Nedense müsteşrikler (oryantalistler) İbn Mes’ud hakkında tereddüt ve şüphelerini sergilemektedirler. Nitekim Regis Blachere de “Intruduction au Coran, (p. 56-58)” adlı eserinde “Osman’ın emri ile Kur’ân’ı istinsah ve teksir eden dört şahıs (Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr, Sa’id b. el-As, Abdurrahman b. el-Hârİs b. Hişam) tan, Zeyd b. Sabit’in Medine’li diğer üçü Mekke’li aristokrat olup Kur’ân’ın ruhunu anlamaya muktedir değillerdi. Şüphesiz Zeyd bunlara boyun eğiyordu.” demektedir. Bu ve bunun gibilerin, Kur’ân’da ihtilaf zannettikleri yerlere bir mebde aramak mucburiyeti, onları böyle bir neticeye sevketmektedir. Halbuki bir heyet tarafından hazırlanan ve resmiyet kazanan bu mushaflara, o zaman, gerek Kur’ân’ı ezbere bilenler ve gerekse yazı ile tesbit edilmiş sahifelere sahip olanlar tarafından hiç bir itiraz vaki olmamıştır. Fakat buna rağmen, Blachere devamla “Ubeyy b. Ka’b, İbn Mes’ud, Ebu Musa el-Eş’ari, Ali b. Ebi Talib gibi meşhur şahısların, Kur’ân metinlerini bile bile tahrif eden Osman’ın bu komisyonuna yaptıkları itirazlara şu anda malik değiliz.” diyerek, okuyucularını bir şüphe içine düşürmek istediği açıkça görülmektedir. Yukarıda adı geçen şahısların sanki itirazları mevcutmuş da, onlar ortadan yok edilmiş gibi bir durum oluşturulmak istenmektedir. Halbuki bu zatların ve diğerlerinin, Kur’ân için yaptığı büyük hizmetten dolayı Hz. Osman’ı tebrik ve tasvib eden sözleri pek çoktur. Ancak, Abdullah b. Mes’ud’un, Osman ve Zeyd’e karşı muhalif bir tavır takındığını gösteren bazı münferid haberler mevcuttur. Bu haberlere sarılan müsteşrikler, Kur’ân’ın ve İslam’ın zayıf bir noktasını bulmuşçasına, kendi menfaatlerine yarayacak bir şeyler ortaya koymak sevdasındadırlar. Bu mesele iyi tahlil edilecek olsa görülecektir ki, İbn Mes’ud’un, Osman ve Zeyd’e karşı takındığı bu tavır, ileri gelen sahabe tarafından beğenilmemiş, o da yaptığına pişman olmuştur. Blachere’in, “Osman’ın Kur’ân komisyonuna yaptıkları itirazlara şu anda malik değiliz”, sözünden Müslümanların, mevcud olan bu haberleri yok etmiş olmaları ihtimalini ileri sürmek istediği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, İbn Mes’ud’un, Osman ve Zeyd’e karşı olan menfi davranışına ait haberler niçin yok edilmemiştir, gibi bir soru sorulabilir. Blachere’in sadece ortaya şüpheler sürüp, onları iyi tahlil etmemesi, asta cahilliğinden değil, belki kötü niyetinden kaynaklanmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, Kur’ân’ın toplanması için Zeyd b. Sabit’i vazifelendirdiği zaman, İbn Mes’ud’dan bir itiraz sesi yükseimemiştir. Keza, Hz. Osman’ın mushafı çoğaltmak için teşkil ettiği heyete de bir itirazı olmamıştır. Ebu Bekir, Kur’ân’ın toplanmasından sonra eldeki mevcud Kur’ân nüshalarının imhasını emretmemişti. Halbuki Osman Kur’an’ı çoğaltıp çeşitli beldelere gönderdiğinde, eldeki mevcud nüshaların yok edilmesini istemişti. İşte, İbn Mes’ud’un itirazının bu andan itibaren başladığını görmekteyiz. Belki o, kendisinin daha önce Müslüman olduğunu ileri sürerek, Zeyd’den daha mühim bir yeri olduğunu zannedebilirdi. Hatta Zeyd’i kastederek “Ben Müslüman olduğumda, o kafir bir adamın sulbünde idi.” demekle, kendisinin daha Zeyd dünyaya gelmeden Müslüman olduğunu ifade etmek istemiştir. Meşhur hadisci ez-Zührî, İbn Mes’ud’un bu sözünün ileri gelen sahabe tarafından fena karşılandığını söylemektedir:
İ. Goldziher [256]de, İbn Mes’ud ve Ubeyy b. Ka’b’ın tesfir sahasında, sahabe arasındaki yerlerinin yüceliğini belirtip Peygamber’in de onları methetmesini zikrederek, kıraattaki durumlarının, Osman ve Zeyd b. Sabit’ten daha yüksek olduğunu anlatmak istemektedir. Aynı zamanda onların kıraatlarımn daha meşhur olduğunu söyleyerek, Müslümanları, onların kıraatına ehemmiyet vermemekle itham etmektedir. Elbette Goldziher’in üzerinde durduğu bu iki şahsın İslam’daki yeri ve değeri müsellemdir. Hz. Peygamber’in bu iki şahsı medhetmesi, her ikisinin kıraatinin hüccet olduğuna delalet etmez. Çünkü kıraatların geçerli olabilmesi İçin, çeşitli şartlar vardır. Hz. Peygamber sadece bu iki şahsı değil bunlarla beraber diğer sahabeyi de övmüştü. Goldziher’in ileri sürdüğü şu iddiayı kabul ederek, İbn Mes’ud ve Ubeyy b. Ka’b isabet ettiler de, bütün Muhacir ve Ensar hata ettiler mi diyelim? Böyle bir şey söylemek mümkün değildir. Tefsirde otorite olan İbn Abbas bile “Benim kıraatim Zeyd’in kıraatidir. Ben İbn Mes’ud kıraatından on harf aldım” demektedir.
Ebu Bekir el-Enbari, Kur’ân-ı Kerîm’i toplama işinde Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın, Zeyd’i İbn Mes’ud’a tercih etmelerinin sebebi hakkında şöyle söylemektedir: “İbn Mes’ud, Zeyd’ten daha efdal, Müslümanlığı daha evvel ve fazileti daha çoktur. Fakat Zeyd, Kur’an’ı İbn Mes’ud’dan daha iyi hıfzetmiştir.” İbn Mes’ud, Hz. Peygamber’in sağlığında yetmiş kadar sure ezberlemişti. Geri kalanını Peygamber’in vefatından sonra öğrenmişti. Halbuki Zeyd, Hz. Peygamber’in sağlığında-Kur’ân’ı hıfzetmiş ve Peygamber’in vefatından önce de tam olarak Kur’an’ı onun ağzından dinlemişti. Abdullah’ın, Zeyd için söylediği sözlerin, büyük bir hizmet aşkından ileri geldiği söylenebilir. Çünkü o, hayatında her vesile ile Kur’ân’a hizmet etme aşkı ile dolu idi. İbn Ömer, Hz. Peygam-ber’den şöyle işittiğini nakletmektedir:
“Kur’ân’ı şu dört kişiden alınız. İbn Ümmü Abd (İbn Mes’ud), Muaz b. Cebel, Ubeyy b. Ka’b, Salim mevla Ebu Huzeyfe”.[257] Tabidir ki bu söz boşuna söylenmiş değildir. Yetmiş sûreyi Peygamberin ağzından yazmış ve toplamış olan bir kişinin, bir emirle, elindeki bu nüshayı imha etme çağrısı alması, onda bir infial yaratıp psikolojik bir değişiklik meydana getirebilir. Onun, Osman ve Zeyd’e karşı tutumunda, bu halin göz önünde tutulması gerekir.
Nedense Müsteşrik J.C. Vadet, İbn Mes’ud’u Şii’ler safında görmeyi ve göstermeyi arzu eder. Bilhassa, Kur’ân’ın tefsiri alanında onu bir Şii imiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Vadet, Kur’ân tefsiri kısmında, “Özellikle bu sahada, ona gizli temayüller atfetmek mümkündür. İbn Mes’ud’un ruh halinin, Osman’ın çevresini teşkil eden aristokrat zihniyetten çok, Ehl-i Beyt içinde hakim olan ruh haline daha yakın olduğu meydandadır” demek suretiyle, onun bazı ayetleri tefsir edişinden misaller vermeye kalkışmıştır. Halbuki, her zaman Hz Peygamber’in yanında bulunabilen bir zatn, diğerlerinden farklı yönleri olması gerekir. İslam’ın birliğini parçalayacak olan fitneleri önceden haber vermesi ve böyle bir şeyin ilki olmak istememesi, dünyanın sonu ve ahiret ahvali gibi konuları, insan ve eşyanın sonlarına ait bazı mühim sırları vermiş olması elbette yadırganamaz.
Yine Vadet, “Peygamber’e ve onun Ehl-i Beytine sarsılmaz bir şekilde bağlı olan İbn Mes’ud, kendisini kabilelerine katmış olanlar dahil olmak üzere, Mekke aristokratlarının entrikalarına göğüs germek zorunda kalmıştı. Daha ziyade, basit ve mütevazi insanların tabii dostu olan İbn Mes’ud’un, deruni, sufi veya Şii bir İslam taraftan olduğunca şüphe yoktur. Nitekim bu husus, adına atfedilen metinlerden ve başından geçen olaylardan kolayca anlaşılmaktadır.” diyerek, hadiseleri de tahrif etmektedir. İbn Mes’ud’un Müslüman oluşundan sonra Mekke aristokratlarından kastedilen mana müşrikler ise, bu doğrudur. Ama cümlenin gelişinden bu mana kastedilmemekte, bilhassa İslami devir içerisinde, idare mevkiinde bulunan Müslüman Kureyşlilerin sanki onu hilelerle işinden uzaklaştırdıkları ve onun da halk adamı olarak, onlara muhalefet ettiği anlaşılmaktadır. Tarihi hadiseler, bu görüşü tamamen yalanlamaktadır. Osman’ın, elindeki Kur’ân nüshasını imha etmesini istemesi ve Ebu Zerr’e karşı tutumu karşısında İbn Mes’ud, belki Osman’a biraz gücenmiş olabilir. Fakat İbn Mes’ud’un, ölüm döşeğinde iken, ziyaretine gelerek, vaziyetini ve arzularını soran Osman’a vermiş olduğu cevaplar, o zamanın dindarlığını tebarüz ettirdiği gibi, aralarında bir kızgınlığın olmadığına da bir işarettir. Hatta cenaze namazını Osman’ın kıldırdığı rivayet edilir. İbn Mes’ud’un ölürken, mallarını ve ailesinin idaresini, Mekke aristoklarından olan ez-Zübeyr b. el-Avvam’a tevdi etmiş olması, Vadet’in görüşünün ne kadar yanıltıcı olduğuna bir delildir.
Şüphe yok ki, Abdullah b Mes’ud, rivayet ettiği hadisler ve Kur’ân’a olan vukufu ile şöhret kazanmıştır. Kufe’de iken, İbn Mes’ud’un mushafı, birçok kişi tarafından istinsah edilerek, resmi mushaf ile birlikte ellerde dolaşmakta idi. Hilafet meselesinde Osman’a kızgın olan Şia, onun muhtelif beldelere gönderdiği Kur’ân nüshalarına değil bir başkasına meyletme arzusunu duyabilirler. Tabiidir ki, bütün Şia aynı görüşte değildir. Bu görüşte olanlar aşırı (gulat) Şia’ya mensub olanlardır. Mesela 398/1007 yılında Bağdat’taki aşırı Şia, Abdullah b. Mes’ud’a ait olduğu söylenen bir Kur’ân nüshası ortaya çıkarmışlardır. Bu tahrifli mushaf zamanın büyük Şafii fakihi Ebu Hâmid el-lsferaini (ö. 405/1016) tarafından verilen bir fetva neticesinde yakılmıştır. Bunun üzerine bazı müfrit Şii gençler, bu büyük alimin evini sararak, kendisini öldürmek istedikleri halde o, sükunetini kaybetmemiş, hadiseyi büyük bir cesaret ve soğukkanlılıkla karşılamıştı. Şunu unutmamak gerekir ki, Hz. Osman’ın istinsah edip çoğalttığı mushaflar Müslümanlar arasında icmaen kabul edilmiştir.
Kur’ân, tefsir, kıraat ve hadis ilimlerinde imam olan İbn Mes’ud’un, bu ilimlerin tatbikatı mahiyetinde olan fıkıh ilminde de bir önder olacağı tabiidir. Uzun müddet Kufe’de kalmış, orada İslami ilimler alanında pek çok kıymetli talebe yetiştirmiştir. Ebu Hanife’nin fıkhı meselelerinin çoğu, Abdullah b. Mes’ud’un görüşlerine dayanmaktadır. Ömer, İbn Mes’ud ve Ebu Musa el-Eş’ari birbirlerine meseleleri sorar, fikir alışverişinde bulunur ve neticede verdikleri hükümleri birbirine çok yakın olurdu. Hz, Ömer, Abdullah’ın Kur’ân ve fıkıh bilgisini takdir eder ve ona son derece önem verirdi. Şer’i delil bulunmayan birçok meselede fikir, kıyas ve re’y ile hareket edilme esasını Iraklılara öğreten İbn Mes’ud olmuştur. Onun bu kolaylaştırıcı akli usulü Alkame-İbrahim-Hammad vasıtasıyla Ebu Hanife’ye kadar ulaşmaktadır. İbn Mes’ud, böyle bir re’y yoluna mutlak surette bir nass bulunmadığı zamanlarda giderdi. Kafi olarak hadis olduğu sabit olmayan sözlerle, hadis imiş gibi amel etmektense, re’y ve kıyasla ameli tercih eder ve bundan gelecek her türlü mes’uliyeti yüklenmeyi kabul ederdi. Herhangi bir meselede re’y ile karar verdikten sonra “Bunu re’yime dayanarak söylüyorum. Doğru ise bu Allah’ın lütfundandır. Eğer hata ise benden ve şeytandandır” demeyi ihmal etmezdi. Verdiği hükmün Hz. Peygamber’inkine uygun olduğunu öğrenince, çok sevinirdi. Abdullah b. Mes’ud’un şer’i delil olmayan yerde, içtihad ve re’y ile amel etmeye taraftar olduğunu söylemiştik. Fakat ilim sahibi olmayanın böyle bir işe girişmesine asla razı olmadığı bir hakikattir. Kıyas ve re’y ile hüküm çıkarmak, yapabilenler için açık bir yoldur. Şer’i delillerden, kıyas ve re’yden habersiz olan kimseler, böyle bir yola girişip hüküm çıkaramazlar. ez-Zehebi, Onu, bize sahabenin en ileri geleni, ilim dağarcığı, insanlara doğru yolu gösteren bir mürşid olarak tanıtırken, onun kıraat, fetva sahibi ve münferid görüşleri bulunan bir kimse olduğunu söylemektedir.[258]
Tefsir örneklerinin sergilendiği bir mecmua olan Taberi tefsirinden, İbn Mes’ud’a ait birkaç tefsir örneği verelim:[259]
İbn Mes’ud, İbn Abbas ve sahabeden bir grub, ayette geçen “es-Sırate’l-Mustakim”den maksadın “İslam”olduğunu söylemektedirler.[260]
“Malını (Allah veya mala olan sevgisine rağmen) akrabaya… veren” ibaresini İbn Mes’ud tefsir ederken, buradaki infaktan maksadın, sağlıklı olduğu halde, yaşamayı düşünerek fakir düşmekten korkup infakta bulunmak olduğunu ifade etmektedir.[261]
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı, ancak Allah’a aittir. O, canlıları, babalarının sulbünde kararlaşmış ve analarının rahminde kararlaşmakta iken de bilir” ayetindeki “Müstakar” ve “Mustevdâ” kelimeleri hakkında müfessirler çok çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Mes’ud “Müstakar” kelimesini “Rahimler”; “Mustevdâ” kelimesini ise “insanın öleceği yer” olarak tefsir etmiştir.[262]
“Andolsun ki, sana daima tekrarlanan yedi ayet ile Fatiha’yı ve Kur’ân’ı Azi-m’i verdik.” ayetindeki “Seb’an mine’l-Mesani” terkibinin tefsiri hakkında bir rivayette “Yedi uzun süre” diğerinde ise “Fatiha”olduğu beyan edilmektedir.[263]
“De ki: Hakk geldi, batıl ortadan kalktı, zaten batıl ortadan kalkmaya mahkumdur” ayetinin tefsirinde, Abdullah b. Mes’ud, ayette geçen “Hakk” lafzını müşriklere açılan savaş, “Batıl” lafzını ise şirk ile tefsir etmektedir. Verdiği bu manalara delil olarak da “Hz. Peygamber Mekke’ye girdi. O sırada Ka’be’de 360 put vardı. Hz. Peygamber onlara hem vuruyor hem de yukarıdaki ayeti okuyordu.” demektedir.
Abdullah b. Mes’ud, yukarıda zikrettiğimiz gibi, sadece ilim yönünden değil, ahlaki meziyetleri cihetinden de eşine zor rastlanan yüce şahsiyetlerden biridir. Hayatı boyunca hakk bildiği yoldan gitmiş, her hangi bir menfaat düşüncesi ile şahsiyetini hiçbir zaman feda etmemiştir. O, ne pahasına olursa olsun, hakkın ve haklının yanında olmak, vakar ve haysiyetine zarar verecek her türlü hafiflikten uzak kalmak, nefsin bencilliğinden kurtulmak, gerçek bir tevazu anlayışına ermek, iffet ve haya duygusuna sahip olmak gibi müstesna hasletleri şahsında toplayan, nadir insanlardan biri idi. Hayatını anlatan biyografik eserler, menkibeieşmiş davranışlarla dolu hayatından göz kamaştıran tablolar sunmaktadırlar. Biz onlardan sadece birkaçını göstermeye çalıştık. Alıntı: İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi
İbrahim Halil ER