Emmare Ülkesi
Derviş “Ya Fettah” deyip “Hu” kapısından geçti. Birden kendisini bir şehrin ortasında buldu. Burası artık Emmare ülkesinin şehirlerinden birisiydi. Şehrin kalbinden geçiyordu elinde asası, sırtında cübbesi ile…
Herkes ona bakıyordu, o da herkese bakıyordu… Ben seyreylerim alemi, alem beni seyreyler diye düşündü.
İnsanlar ona tuhaf tuhaf bakıyorlardı sanki bir uzaylıymış gibi… Tüm insanlar gayri müslim gibi giyinmişlerdi. Erkekler dar pantolon ve ceket, kadınlar ise mini etek ve askılı elbiselerle dolaşıyorlardı. Burası herhalde bir gayri Müslüm şehri diye düşündü…
Köşede simit satan çocuğa
– Burası Müslümanların şehri mi?
– Tabi ki Müslümanların şehri, görmüyor musun en görkemli camiler bizde.. Hatta sultanımız tepenin başında en güzel ve en görkemli camiyi geçen hafta açtı…
– Yaaa… çok ilginç. Ama hiç Müslüman gibi giyinmememişler…
– Biz senin gibi şekilci değiliz… önemli olan kalp temizliği
– Hımm.. Peki bu şehrin adı nedir?
– Burası Enaniyet şehridir… burada insanlar kendi benliklerini keşfederler. Unutma ki sahip olduğun güç senin yüreğindedir, yeter ki iste. Bir şey istersen evrene mesaj yollaman yeterli…
– Bu kadar basit mi?
– Aslında basit değil, biz kişiliğimize önem veririz. Bireyin gelişimine önem veririz. Bizim için bireyin gelişimi, kişiliği ve özgürlüğü önemlidir. Bu şehirde insanlar özgürdür…
– Yani herkes nefsin arzularının kölesidir, diyorsun…
– Hayır, herkes akıl ve bilimin uygun gördüğü bir yaşamı izliyor… Biz bireyin özgürlüğünü savunuyoruz…
– Peki biraz önce bahsettiğin cami nerede? Oraya nasıl gidebilirim?
– Kolay, köşeyi dönünce minaresini göreceksin… Altı minaresi ile hemen fark edilecektir. Hatta bence bugün gitsen iyi olur.
– Neden?
– Bugün meşhur alim Ağlayan hocanın insanlara irşat ettiği gün, biraz dinle de yobazlıktan kurtul, gerçek dini anla…
– Hımm… gidelim o halde…
Derviş, simitçinin tarif ettiği yoldan gitti… Karşısında tepenin üzerinde kurulmuş devasa bir cami vardı. Caminin mimarisi saraylarla yarışıyordu. Bu kadar güzel bir cami yapan devlet nasıl emmare ülkesi olabilir diye düşündü… tam bunu düşünürken yanında yaşlı bir adam belirdi…
– Sen burada yenisin galiba?
– Evet, nasıl anladın?
– Belli, buradakiler gibi giyinmiyor ve caminin dış görünüşüne aldanıyorsun…
– Ne demek dış görünüşü
– Ben bu tür camilere münafık cami diyorum…
– Neden?
– Çünkü dışı güzel ama içi yani içindeki insanlar ve amacı öyle değil
– Hiçbir şey anlamadım..
– Emmare ülkesinde her yerde cami yapılır, hem de çok güzel ve pahalı.. ama insanlar bu camilere gitmedikleri gibi, camiler insanların yaşamları üzerinde bir değişim yaratmaz…
– Neden?
– Çünkü aslında hepsi haram para ile yapılır
– Bunu da anlamadım..
– Burada cami yaptığınız zaman eğer siyasetçi iseniz insanların teveccühünü ve oylarını kazanırsınız. İş adamıysanız bunu vergiden yırtarsınız. Hırsızsanız bunu kamufle edersiniz. Politika yapmak isterseniz camiye gelir namaz kılar insanları aldatırsınız.
– Hımmm
– Peki sen kimsin?
– Benim adım Hidayet
– Hidayet, sen neden insanlara hidayet vermiyorsun o zaman? Demek ki sen de vazifeni yapmıyorsun.
– Kararmış bir kalp dinlemez, mühürlenmiş bir kalp görmez…
– Neyse, hadi camiye gidip hem namaz kılalım ve hem de şu ağlayan hocayı bir dinleyelim belki feyiz alırız…
– Bakalım…
Derviş, yeni dostu ile birlikte camiye gitti. Abdest alma yerleri son derece lükstü… Musluklarından sıcak su akıyordu. Camide insanların oturacak yeri bile kalmamış, kalabalık sıkışık bir şekilde oturuyordu… Derviş, abdestini alıp kalabalığın arasına katıldı… Ağlayan hoca çok etkili vaaz veriyor, sahabe hayatından tablolar anlatıyor ve onların fakirliğini anlatıp ağlıyor, cemaat de ağlıyordu… Ne kadar tezat diye düşündü Derviş. Saray gibi bir mekanda sahabenin fakru zaruretini anlatıp ağlamak ama çıkınca da onlar gibi yaşamamak ve hayatını değiştirmemek…
Hoca çok etkili ve güzel konuşuyordu. Cemaat de ağlıyordu…
– Ne kadar güzel konuşuyor diye Hidayetin kulağına fısıldadı.
– O aslında Hanzep’tir…
– Nasıl yani, şimdi şeytan camide insanlara vaaz mı veriyor?
– Ne sandın sen peki… Şeytan gelip insanlara kötülüğü doğrudan emredeceğini mi sandın?
– Biraz öyle
– Bu işler öyle olmaz… Şeytan bazen herkesten dindar gözüküp kandırabilir. İnsanları dinle, Allah’la kandırır. Hatta hoca ve alim bile olup ifsad edebilir. Yazdığı kitaplar içinde 99 doğru bilgi verip güven kazandıktan sonra bir yanlış bilgiyi araya sokuşturup zehirleyebilir. Şeytan, Allah Allah diyerek de kandırır. Onun hilelerini daha tanımamışsın… Seni nasıl yetiştirmişler?
– Şimdi kürsüde bir şeytan mı var?
– Evet, sen şeytanı böyle masallardaki gibi kuyruklu ve boynuzlu mu sanıyorsun? Öyle bir şeytan yok…
– Peki sen bunu biliyorsun da niye insanları uyarmıyorsun?
– İnsanlar, görmek istemiyorlarsa hiçbir güç onlara gösteremez. Hem hidayeti ben değil Allah verir.
– Bence sen görevini yapmıyorsun
– Benim görevim talip olana gitmektir, senin görevin de halka talip olma arzusu uyandırmaktır.
– Peki biz bunu bildiğimiz halde insanlara söyleyemeyecek miyiz?
– Olgunlaşmayan meyve yenilmez… her şeyin bir zamanı vardır. Şimdi uyarırsan halk seni yok eder…
Bu sırada ağlayan hoca celallenmiş elindeki Kur’an-ı sallıyordu. “Siz, bu kitabın içindekini okumaya layık değilsiniz, o halde atın bunu” diyerek Kur’an-ı cemaat üzerine attı. Cemaat hüngür hüngür ağlarken hoca kürsüden inip mihraba geçti ve tekbirini aldı… Artık cemaat bir şeytana uymuş namaz kılıyordu…
Derviş, ibretle bu manzarayı seyretti… Namazdan sonra Hanzeple tanışmak için yanına geldi. Hanezp’in yani ağlayan hocanın etrafı inananları çevirmiş soru soruyordu. Bir kadın yanaştı Ağlayan hocaya
– Hocam! Ben yıllarca fahişelik yaptım, genelevler işlettim ve çok para kazandım. Sizin anlattıklarınızdan etkilendim ve şimdi pişman oldum, tövbe ettim. Acaba kazandığım paraları size versem, siz onunla cami ve okul yapsanız günahlarım af olur mu?
– Tabi evladım. Günahların af olur bu arada yaşadığın zevkler de sana kar alır…
Derviş ibretle bu sözleri dinledi. Kadın duygulanmış ve ağlıyordu. Bir valiz dolusu parayı ağlayan hocanın önüne koydu… Hocanın gözleri dolar, kalbi yuro olmuştu…
– Allah hayrını kabul etsin… parayı yanındaki tahsildarına verirken… Demek ki şeytan, kötülükleri göstererek değil, bazen iyi şeyleri göstererek de insanı yoldan çıkarabiliyordu…
Buradan gitmeliydi… Ben şehri çok tehlikeliydi… Hidayet de onunla beraber geliyordu.
– Nereye gidiyorsun? Diye sordu Hidayet
– Bu şehri terk edeceğim ve yoluma devam edeceğim. Batın ülkesinin sultanını hapsedildiği yerden çıkaracağım…
– Bekle ben de seninle geleceğim.
– Senin gelmene gerek yok, ben yolumu bulurum.
– Hidayet seninle olmazsa yolu zor bulursun. Nereye gideceğini bilmiyorsun…
– Tamam gelebilirsin…
Enaniyet şehrinden çıktı iki kafadar ve önlerinde uzanan yola koyuldular. Kavşağa geldiğinde Hidayet
– Sağdan gidelim
– Neden?
– Çünkü bu yol tepedeki hana bizi ulaştıracak. Oradaki hancıdan bilgi alabiliriz. Nereye gideceğimizi ve nasıl bir strateji izleyeceğimizi bize ancak o söyleyebilir. Buralarının en bilge kişisi odur…
– Tamam o zaman…
İki yolcu dillerinde dua ile tepeye koyuldular.
İbrahim halil er
Devam edecek