Yandı Yürek Kebap Oldu
Derviş ve Hidayet önlerine konulan kebaptan yemeye başladılar. Derviş kebabın lezzeti karşısında kendinden geçti. Gerçekten böyle lezzetli bir kebap ancak aşk ile pişirilir ve tesbihatla terbiyelenebilirdi. Bu, salih insanların eseriydi…
– Hey çocuk! Diye seslendi garson çocuğa. Başka masalardan sipariş alan garson hemen sese koştu…
– Buyur abey
– Bu kebabı kim yaptı?
– Ne oldu? Beğenmedin mi? diye endişeli bir şekilde sordu….
– Ne demek beğenmemek bayıldım…
– Bu kebabı şansınıza kebabiye tarikatının erenleri yaptılar…
– Nasıl yani? Kebabiye tarikatı da mı var?
– Tabi ki var…
– İyi o halde bir tanışalım kendileriyle
– Gerçi onlar herkesle tanışmazlar ama bir sorayım belki pirleri şeyh Ahmet Alemdar hazretleri sizi kabul eder…
Biraz sonra garson müjdeyi verdi… Şeyh hazretleri onları huzuruna kabul edecekti. Bu arada karınlarını da doyuran iki yolcu kabapların pişirildiği bölmeye geçtiler. Karşılaştıkları manzara ikisini de şaşırtmıştı. Kebabiye Tarikatının Piri Şeyh Ahmet Alemdar bir köşede murakabeye dalmış, elindeki iri tesbihini çekerden, müridler ayaklarını tennura koymuşlardı ve ayaklar alev alev yanıyordu. Daha doğrusu odun yerine yanan ayaklarını kullanıyorlardı. Kebap o ayaklarının yangınıyla pişiyordu.
– Acaip! Dedi Derviş…
– Asıl acaip olan onları yüreğidir dedi Şeyh Ahmet Alemdar
– Nasıl yani?
– Aslında yüreklerinde daha da büyük bir yangın var… Bize kebabiye tarikatı demelerinin nedeni, yüreğimizin aşk ve muhabbet yolunda kebap gibi yanmasındandır. Onun yangın kokusu her tarafı sardığından ve müridlerimizi insanlar yanmış et kokusundan tanıdığından kebabiye tarikatı diye isimlendirdiler.
– İlginç! Ben de kebap çok yediğiniz için öyle isimlendirmişler diye düşünmüştüm..
– Zahire bakma Derviş, nice viranelerde ne defineler vardır… senin de yanman, pişmen lazım, hamsın ham… diye söyledi Şeyh efendi…
– Derviş şeyhin elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra destur isteyip kebaphaneden geri geri çıktı. Hal ehline neden? Niçin? Nasıl? Diye sorulmazdı… Onlar, kendilerinden geçmişçesine zikrullah eşliğinde kebapları pişiriyorlardı…
Çay
Baba erenlerin yanından ayrılan Derviş, Hidayet’in yanına döner. Yaşadığı manevi halden hala çıkamamıştır. Bu sırada bir garson elinde çay tepsisiyle dolaşmakta diğer yandan “Kurban, çay var!, çay için kurbanlar! Diye seslenmektedir. Derviş şimdiye kadar hiç çay içmiş değildir. Merak eder ve bir tane ister, Hidayetle birlikte içerler. Derviş, içtiği çayın onun içini ferahlattığını hararetini giderdiğini görünce çok sevinir. Yanındaki Hidayet’e sorar
– Bu ne haldir Hidayet
– Buna çay derler, bitkiden yapılır.
Derviş elini semaya kaldırır ve
– “Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faidelensinler.”
– İyi dua ettin
– Bence az bile ettim. Bu çay sayesinde üzerimize zindelik çöktü. Bence bu evliya çorbası olmalı, tekkelerde çorbadan sonra bu ikram edilmeli.
– Çaya çay demek için içme şartlarına riayet edilmelidir.
“Çay kadehde dide-efrûz olmalı, -Çay, küçük ve şeffaf bardakta göz doldurmalı.
Lebrengü lebrizû lebsûz olmalı. – Dudağına kadar dolu ve yakıcı olmalıdır.-“
– Coştun Hidayet…
– Çay insanı coşturur Derviş…
– Neyse ben bir tane daha istiyeyim…
Bu sefer gelen çay bardağına bakan Derviş bardağın yarısının boş olduğunu görür ve garsona bardağı göstererek
– Bu ne oğlum?
– Dudak payı efendim…
– Yavrum ben de deveye benzer bir hâl mi var? Benimkini kulaklarına kadar doldur”
– İç Derviş iç, Çayın sınırı yoktur. 1 çay beyhûde, 2 çay faide, 3 çay kaide, iç 4’ü at derdi, madem çıktın 5’e sürgit 15’e”.
– Vay, sende de ne cevherler varmış, çayı gördün coştun…
– İnsan çaya benzer; sıcak suyun içinde demlenene kadar gerçek rengini bilemezsiniz. Çayı közde, sevgiyi gözde, tebessümü yüzde, adamlığı özde, mutluluğu azda arayın. Yalnızların yarenidir çay. Geleydin bir çay içimi; sen çay dökerdin, ben de içimi… Çay henüz her şey bitmedi demektir…
– Hidayet, Allah hidayetini versin… biz çaya, çorbaya, kebaba daldık ve Marifetle tanışmayı unuttuk… hadi Marifeti arayalım..
– Arayalım Kurban…
İbrahim halil er
Devam edecek