Abdullah, işten yorgun argın eve geldiğinde tatlı bir yuvanın hayalini kuruyor, günün tüm yorgunluğunu üzerinden atacağını düşünüyordu. Fakat, eşi hala yemek yapmamış, komşuya takılıp kalmıştı. Bu durum, Abdullah’ın canını çok sıktı. Kendisi bütün gün çalışsın ama eve geldiğinde bir yemek bile bulamasın. Bu doğru muydu? Hem zaten kendisi kimin için çalışıyordu ki? Onlar için gecesini gündüzüne katıyordu. Ama gördüğü karşılık bu muydu?
Bütün bu düşüncelerin etkisiyle Abdullah eşiyle tartıştı. Tartışma büyüyüp kavgaya dönüştü. Sonunda Abdullah, eşiyle kavga yapmanın stresiyle kendini dışarı attı. Arkasında kırık bir kalp ve ağlayan bir göz bıraktı. Şimdi nereye gidecekti? Aklına birden arkadaşı Osman geldi. Osman, kendisinin en eski arkadaşı ve aynı zamanda mahallenin de imamıydı. “Şu anda camide olacak” diye düşündü. Mahallenin camisine gittiğinde Osman’ı imam odasında kitap okurken yakaladı. “Hala kitap okumaktan bıkmadı mı bu adam? Diye düşündü.” Kitaplar mı ona bir değer katacaktı sanki.
Arkadaşı, kendisini sevinçle karşıladı. Ardından gecenin uzun süreceğini anlayarak ocağa çay koydu. Çaylar eşliğinde sohbete başladılar. Abdullah, Osman’la sohbeti çok severdi. Geçmişten kalan değişmeyen tek gerçek gibiydi o. Eski günlerden ve ülkenin sorunlarından konuştular.
Osman, arkadaşının canının sıkkın olduğunun farkına vardı.
– Hayrola. Yüzünden düşen bin parça
– Sorma Osman. Hanımla biraz kavga ettik.
– Neden? Sen pek kavga etmesin. Çok mu canını sıktı?
– Aslında öyle pek ciddi bir şey değildi. Sadece eve geldiğimde yemek bulamayınca kızdım. Ardından kavgaya tutuştuk.
– Abdullah! Sen pek yemek için kavga etmesin. Ne olmuş yani. Oturup kahvaltı edebilirdiniz. Neler oluyor sana?…
– İyi de Osman; biz onlar için çalışmıyor muyuz? İdeallerimizi, gayelerimizi, ümitlerimizi sırf onlar rahat etsinler diye pazarlamadık mı? Başkalarına kul köle olmadık mı?
– Bak Abdullah! İş hayatı seni de bozmuş. Biz öncelikle Allah’ın kuluyuz. Yani senin adın gibi Allah’ın abdı, kölesi, kuluyuz. Ona kul olan başka hiç kimseye kul, köle olmaz. Sadece onun önünde eğilir. Sadece ondan medet umar. Sadece ondan korkar. O, her şeyin ve hatta bizim de sahibimizdir. Rızkı veren de alan da odur. Bunu sen daha iyi bilirsin.
– Doğru ama…
– Ne aması… aması mı var? Sadece ona kul oluruz. Onun yaratıklarına değil. Eğer biz sadece ona kul olduğumuzu bilirsek, hiç kimseden korkmaz ve hiç kimsenin önünde bükülmeyiz.
– Bırak bu slogan vari lafları. Hani nerede arkadaşlarımızdan Ahmet, Hasan… Hangi partiden milletvekililer? Mehmet, nasıl müteahit olup köşe oldu. Bu laflar artık karın doyurmuyor. Ama biz de sağda solda üç kuruşa geçinmeye çalışıyoruz. Halbuki biz de onlar gibi hayatın gerçeklerini kabul edip, birilerinin peşine takılsaydık en azından bir yerlerde genel müdür veya daire başkanı olurduk.
– Gene yanlış düşünüyorsun. Birilerine köle olup yükselmektense sadece Allah’a kul olup yaşamak daha iyi. Adın gibi ol! Sadece ona kul ol! Allah, tüm yaratıklarının sahibi yaratıcısı değil mi? Rızık ezelden takdir edilmemiş midir? Neden sadece ona güvenmiyorsun da insanlara iman ediyorsun.
– Yine cami cemaatiyle konuşur gibi vaaz etmeye başladın. Senle de hiç dertleşilmiyor.
– Abdullah!.. kula kul olmayı değil onun yaratıcısına kul olmayı denersen, o seni korur. Ayrıca, kalbindeki bu öfke ve keder de yok olur. Kalbini temizle. Allah demiyor mu “Ben size şah damarınızdan daha yakınım”
– Valla Osman, düne kadar bizim arkamızdan koşan adamlar şimdi ev araba sahibi oldular. Biz üç beş kurşun hesabını yapıyoruz. Demek ki biz yanlış yoldayız.
– Senin gözlerini para hırsı bürümüş. Sen olayları para, mevki, makam ve araba çerçevesinde görüyorsun. Bunlara sahip olanı başarılı sayıyorsun. Bunlar sadece görenünenler. Bunlar başarı değil. Asıl başarı bunları yeri geldiğinde elinin tersiyle itmektir. Allah, kendisine kul olmamızı isterken dünyayı bırakmamızı istemiyorki… Sende bilirsin ki peygamber şöyle diyor: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dunyaya, hemen ölecekmiş gibi ahirete çalışın” Yani dengeyi korumak lazım.
– Evet bu hadisi biliyorum.
– Bence sen eşine haksızlık ediyorsun. Sen yaptığın çalışmayı onun başına kalkmamalısın. Nihayetinde herkes kendi ailesinden sorumludur.
– Güzel dedin de ben yine de kullara köle olanlara tepkiliyim.
– Haklısın. İnsan olan sadece Allah’a kul olur. Kula kul olmaz. Ne diyor Allah; “Ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.”
Bu sırada imamın odasına nefes nefese bir çocuk girdi.
– Hocam! Ne olursun bizim eve gelin. Babam ölüyor.
Osman, çocuğu sakinleştirdikten sonra arkadaşına
-Hadi gel. Öbür dünyaya bir yolcu var, gönderelim der.
Abdullah ile Osman ölümün kanat çırptığı evdedirler. İçerisi kalabalık. Herkeste bir keder var. Ölümün enselerinde olduğunu ve ölüm meleğinin kanadının hışırtısını her an duyacakmış gibi duruyorlar. Bir yandan da gidecek olanın kendilerinin olmamasının rahatlığıyla oturuyorlar. Hasta, bir dalıyor bir ayılıyor. Dudakları kupkuru. Gözlerinin ateşi sönmüş. Sanki başka bir alemde gibi. İmam, hastayı tanıyor. Cami cemaatinden. Saygılı bir şekilde yanına çöküyor. Kur’an-ı açıp davudi bir sesle yasini şerifi okuyor. O okudukça odayı manevi bir hava sarıyor. Kötülükler ve kötülüğün kanat sesleri yok olup yerine uhrevi bir hava doluyor odaya. Herkes, hastanın son yolculuğunun rahat bir şekilde olması ve iman üzerine gitmesi için dua ediyor. Bu arada evin hanımı şerbet dağıtıyor. Küçük çocukların içeri girmesi yasaklanmış. Es kaza içeri girenler kovuluyor. Onlar da merakla kapının arkasında bekleşiyorlar. Hasta, Kur’an sesiyle irkiliyor. Gözleri açılıyor birden. Dudaklarında bir tebessüm yayılıyor. Kur’an-a eşlik etmeye çalışıyor. Dudakları kıpır kıpır gözlerini yumuyor. Kur’an bittiğinde hastada dünyadaki görevini sona erdirmiştir. İmam, hastanın yüzünde yayılan güzelliği öpüyor. Ailesine
-Başınız sağ olsun. Allah Rahmet eylesin diyor.
Ailesi ağlamaklı bir şekilde “Dostlar sağ olsun” diyor ve imamı kapıya kadar uğurluyorlar…
Abdullah, olayın şokundan ancak dışarıda yüzüne çarpan rüzgarın şiddetiyle kurtuluyor. Hayatın anlamsızlığını düşünüyor. Ölen kişiyi tanımıştı. Zengin birisiydi. Gıpta ettiği insanlardan birisi. Hatta bir dönem birlikte çalışmışlardı. Sonra yolları ayrılmış, o servetini artırmanın yolunu bulup dünya nimetleriyle yaşarken, kendisi başkalarının yanında çalışarak ay sonunu zar zor getiriyordu. Ona gıpta ediyor, kendisinin ondan ne eksiği olduğunu hep düşünüyordu. Şimdi ise bunu düşünmüyor, her şeyin bir görünmeyen yönü olduğunu anlıyordu.
-Bana artık müsaade Osman. Yarın görüşürüz diyor..
Osman, arkadaşının dalmış olduğu derinlikleri gözlemlediğinden tebessüm ediyor sadece… Arkadaşının geldiği gibi olmadığını ve değiştiğini seziyor. Sadece gülümsüyor…
Abdullah, eve huzur bulmuş bir şekilde gidiyor. Kapıda eşi onu güler bir yüzle karşılıyor…
-Gel sana en sevdiğin yemekleri yaptım… Bir daha kavga etmeyelim
Diyor. Dünya Abdullah’ın oluyor… Varsın arabası ve makamı olmasın. O en güzel makamlara yerleşmiş bir kere. Gerisi sadece fani…
İbrahim Halil ER