Hafta sonu İskenderun’daydık. Bu vesileyle size biraz İskenderun’u anlatmak istiyorum.
İskenderun’a ikinci gelişim (İlk kez İskenderun’a yillar once Mehmet Nezir Gül ile birlikte gelmiştim. O zamanlar kendisi Dörtyol’da öğretmendi) ve gerçekten de şehri gelişmiş ve büyümüş gördüm. Hatta İskenderun’u herhangi bir Akdeniz veya Ege sahil şehrinden farksız gördüm. Tüm sahil kasabalarının geleneksel kültürü olan içki ve aşırı açık saçıklık burada da karşıma çıktı ve doğrusunu isterseniz de şaşırdım. Geçen zaman içerisinde İskenderun oldukça mesafa ket etmiş.
İskenderun gerçekten de ilginç ve önemli bir şehrimiz. Sırtını Amanos dağlarının eteğine dayamış olan bu şirin şehrimiz, önünde Akdeniz’in sonsuz mavisi uzanmaktadır. Yeşilin ve mavinin dokuduğu, denizi ve dağ havasını birlikte yaşabileceğiniz bir şehri görmek isterseniz burası tam da aradığınız şehir.
Şehir sadece doğal güzellikleri ile değil, sosyal yapısı, etnik, dini ve mezhebi dokusu ile de sürprizler barındırmaktadır.
Efsane ile gerçekçiliğin harmanlandığı şehir olan İskenderun’da Amanos dağlarını ikiye biçen hz. Ali’nin Zülfükar hikayesini duymak da ayrı bir renk katmaktadır. Halkın muhaliyesinin nelere gebe olduğunu görmek açısından ilginç olduğu gibi, şehrin mezhebi yapısını da belirtmektedir. Gerçekten de karşımızdaki dağ, sanki bıçakla ikiye bölünmüş gibi durmakta, ister istemez insanın aklına birisi bunu ortadan mı kesti? sorusu gelmektedir.
İskenderun, her türlü inancın kardeşçe bir arada yaşadığı şehir olup bölgede oldukça geniş bir Nusayri mezhebi mensubu da yaşamaktadır. Bölgede yaygın olan reankarnasyon hikayelerinin kökenleri de bu mezhepten kaynaklandığını bilgimiz ile bilmekteyiz.
Genelde Alevi olarak diğer bölgeler bilseler de Nusayriler Alevi olmayıp Suriye’nin Nusayri mezhebi ile aynı inanç yapısına dayanmakta, Anadolu Aleviliği ile yakınlığı bulunmamaktadır. Bu açılardan Suriye ile ciddi bağları bulunmakta olup Nusayrilerin geleneksel Esed ailesine bağlılığının tezahurleri de görülebilir.
Bunun yanında şehirde Ortodoks Hristiyanları da bulunmaktadır. İskenderun’un en köklü aileleri de hristiyanlar arasından çıkmıştır. Bölgede tıp ve doktorların çok olması da hrisityanların geleneksel olarak tıba meraklı olmaları şeklinde izah edilebileceği gibi, zengin ailelerinin imkanlarının geniş olmasından da kaynaklanmaktadır.
Türk, Kürt ve Arab’ın da burada kendisine bir barınak bulduğu İskenderun tüm etnik kökenlerin, dinlerin ve mezheplerin nasıl güzel bir şekilde bir arada yaşabileceğinin de somut örneğini göstermektedir.
Şehir, Suriye olaylarının gölgesini üzerinde barındırmakta olup, her köşede bir göçmenle karşılaşabilmekteyiz. Göçmenler, şehirle uyumlu olup, birçoğunun burayla önceki dönemden kalma ticari ve ailevi bağlantıları bulunduğundan nispeten kendilerini rahat hissetmektedirler. Şehirde Arapça bilen yerlilerin olması da onların için bir avantajdır.
Bir liman şehri olan İskenderun’un ekonomik önemini Rahmetli Erbakan’ın kurduğu İskenderun Demir Çelik Fabrikası sayesinde geri bir kasaba olmaktan kurtularak ekonomik açıdan ileri bir şehir haline gelmiş, bu sayede bölgeye çok sayıda göç olmuştur. Bu durum, hem şehri kalkındırmış ve hem de nüfusunu 300 bin dolaylarına kadar taşımıştır.
Günümüzde il olmak için sürekli siyasetçilerini sıkıştıran İskenderun’un bu talebi maalesef siyasette gerekli karşılığını bulamamıştır.
İskenderun, adaşı olan Mısır’daki İskenderiye ile bakışmakta ve Akdeniz’in iki yakasının da aslında aynı medeniyet havzasından beslendiğini kanıtlamaktadır.
Büyük İskenderun kurduğu ve ismini verdiği bu kadim şehir, bence ülkemizde hak ettiği şekilde tanınmamaktadır.
İskenderun’da halk efsaneleri dinliyoruz.
Yarıkkaya ile pek çok söylenceler olduğunu saptadık. Daha çok Arap Aleviler arasında anlatılan hikayeler şöyle: Bir savaşta Hz. Ali, Amanos dağını kılıcı Zülfikar ile yarmıştır. Bu öyle bir yarılmadır ki, bütün kainat gürültüden sarsılmıştır. Kayanın ikiye bölünmesiyle de meydana gelen kesikten, Hz. Ali , kır atı (düldül) ile geçmiş ve müminlere yardım etmiştir. Düldülün ayak izleri o günden bugüne hala aranırmış. Bu hikaye biraz farklı da şu anlatılmakta:
Savaş sırasında Hz. Ali’nin karşısına Merhap isimli biri çıkmış. Annesi, Merhap’a; “Dünyada kiminle savaşırsan savaş, mutlaka yenersin. Ancak ismi, Ali olan herhangi biriyle savaşma.” demiş. Fakat şeytan, Merhap’ın aklına girmiş. “Bir sürü Ali var, hangi birisiyle savaşmayacaksın; hepsi insan” demiş. Buna aldanan Merhap, kılıcını herkesin her velinin öğündüğü Hz. Ali’ye kaldırmış, ancak eli, kolu öylece havada kalmış. Hz. Ali, derhal kılıcını elinden atmış, onunla savaşmadan vaz geçmiş O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşırmış. Demiş ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın?
Hz Ali de demiş ki: “Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum, ten memuru değil. Allah aslanıyım; heva ve heves aslanı değil.
Bunun üzerine Hz. Ali bu kişiyi öldürmek istemez. O kişiye;
“Seni öldürmeyeceğim, eğer seni öldürürsem nefsime yenik düşerim, sana kızdığım için seni öldürmüş olurum.”
der ve kılıcını sinirlenerek dağa vurur ve dağ ikiye bölünür.
İbrahim Halil ER