KİNLERİ VARDI ÖLÜMÜMÜZ ANCAK ONLARI TATMİN EDERDİ
Mehmet Akif Ersoy’unoğlu Emin, askerde arkadaşlarına tefsir dersi verdiği için askeri mahkemede yargılanır. O da kaçar ve o dönem Fransız sömürgesi olan Kırıkhan’a gider. Burada tutuklanıp Türkiye’ye iade edilir. Yıllarca hapis yatar…
Çıktığında beş parasızdır ve kimse ona destek olmaz. Ekonomik zorluktan kurtulmak için Çetin Altan’dan yardım ister, sağolsun Çetin Altan yardım eder ama ona kalıcı bir destek hiçbir zaman verilmez.
Sonunda cesedi bir çöplükte bulunur…
ölmüş müdür?
öldürülmüş müdür? araştırılmaz
Bazıları da onun uyuşturucu müptelası olduğu donarak öldüğünü söylerler… Doğru mudur? üstü kapatılmak mı istenmiştir araştırılması gereken bir konu…
Akifi ve oğlunu (bu Akif’in Asım’ın nesli dediği şiirini yazdığı kişi olduğu da söylenir) rahmet anıyoruz…
Şimdi Müslüman mahallesi de Akif’i kendi düşüncelerine uymayan görüşleri olduğu için taşlıyorlar… Aferin onlara… ihe
ek
Şimdi işte bu noktada Çetin Altan’ın Ağustos 1999’da Sabah gazetesinde yazdığı bir yazı birden dikkat çekici bir konuma oturuyor. Burada, 1960’lı yıllarda Milliyet gazetesinde çalışan genç bir gazeteci olan Altan, bir gün Emin Âkif’in, kendisiyle görüşmek üzere çıkageldiğini ve ‘para istediğini’ anlatıyor ve üstelik bir müddet sonra da gazetelerden birinde, ölüm haberini ve ölüsünün de ‘Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde’ bulunduğunu okuyor. (?)
Eğer Günaydın’ın yazdığı biyografi devreye girmese ve gazete kupürleri arasında Çetin Altan’ın genç bir gazeteci olarak Milliyet gazetesinde çalıştığı yıllarda kıdemli ve tanınmış bir gazeteci olarak çalışan Refi Cevad Ulunay’ın benzer mealde bir yazısını tespit etmese herkes bu çöp bidonu hikâyesine inanabilirdi.
Nitekim Altan’ın yazısından sonra Dücane Cündioğlu da dâhil birçok araştırmacı Emin Âkif’in ölümünü oradan aktararak anlatagelmişlerdir.
Oysa Ulunay’ın yazısını özetleyen Günaydın, burada Emin’in Milliyet gazetesine Ulunay’ı ziyaret için uğradığını ve fakat ondan ‘para’ değil, işini kaybetmiş olduğu için iş istediğini net olarak göstermektedir. Zaten Günaydın daha önce Emin’in hâtıralarını Babam Mehmet Âkif: İstiklâl Harbi Hâtıraları adıyla kitaplaştırmış (Kurtuba Yay., 4. bsk., 2017) ve bu çalışmanın “Ekler” bölümünde hem Ulunay’ın, hem de Altan’ın yazısını yorumsuz olarak vermişti.
Bu durumda ya Ulunay, Çetin Altan’ın ‘yaşadığı’ olayı kendisi yaşamış gibi köşesinde anlatmış olmalıdır veya 1960’lı yıllarda Ulunay’ın odasında gerçekleşen olayı Altan 1999’da kendisi yaşamış gibi anlatmış olmalıdır. İkinci ihtimalin yüksekliği bugünden bakıldığında su götürmez bir gerçektir. Bir defa Ulunay, Âkif’in tanıştığı bir şahsiyettir ve Emin’in ondan kendisine iş bulması için başvurması gayet doğaldır.
Emin o sırada gencecik (ve belki de Emin’in tanımasını gerektirecek kadar ünlü olmayan) bir gazeteci konumundaki Çetin Altan’dan neden herhangi bir şey istesin ki? Üstelik Altan, Milliyet bürosunda kendi çapında bir çalkantı doğurmuş olması gereken bu ziyareti neden o sırada sıcağı sıcağına yazmamıştır?
Günaydın, bu soruları sormakla yetiniyor ve hükmü okuyucuya bırakıyor. Doğrusu bizim nazarımızda Çetin Altan’ın yazdıklarının açık bir çarpıtma içerdiği gayet nettir. Altan, öyle bir yazı kaleme almakla, dindarlığı ve İslâmcılığıyla tanınan Âkif’i bir nevi açığa düşürmüş ve işte bu dindar şairin oğlunu, kendisinden para dilenen ve ölüsü bir çöp bidonunda bulunacak kadar berbat bir hayat yaşayan biri olarak lânse etmiş veya bu hususu bütün ülkenin adeta gözüne sokmuş oluyordu.
dipnot
…Şair Mehmet Akif Ersoy’un oğlu Mehmet Emin Ersoy, (İstanbul) Tophane semtinde, Hacı Mimi Sokağı’nda bir kamyon kasası içerisinde ölü bulunmuştur. Devamlı olarak alkol alan 45 yaşındaki Mehmet Emin Ersoy’un bir kalp krizi sonucunda öldüğü anlaşılmış ve cenazesini kaldıracak bir makam bulunmadığı için ceset uzun süre sokakta kalmıştır! Üç yıl önce eşi ölen Mehmet Emin Ersoy, kendini uyuşturucu maddeye vermiş ve Tophane’nin arka sokaklarında yaşamaya başlamıştı!..
Münasip bir iş ricası…
Kapı ağır ağır açıldı; aralıktan muhteriz bakışlı bir yüz göründü. Yüzdeki tereddüt ve çekingenliğin sirayet ettiği gövde ve ayaklar neden sonra kapı önünde, baş, gövde ve ayaklar, ihtirazın büklümlerinden kurtularak teşkil ettikleri şahsı, yere amut bir hale getirebildiler.
Bu, donuk bakışlı; fakat ara sıra gözlerinde zeki pırıltılar beliren, ince bıyıklı, otuz dört, otuz beş yaşlarında bir genç adamdı. Titrek bir sesle:
-İsmim Mehmet Emin, dedi.
Herhangi bir şikâyeti veya dileği olan bir okuyucu sanmıştık. Fakat yer gösterirken, o ilâve etti:
-Şair Mehmet Akif merhumun oğluyum.
Bu defa tabiatıyla alâkamız arttı. İtiraf etmeliyim ki, derin bir hüzün bu alakanın üstüne çıktı.
Zira dün ihtifali yapılan İstiklâl Marşı şairinin oğlunun durumu, her bakımdan yürekler acısı idi. Bitkin bir hâlde masamın yanındaki sandalyeye çökerken;
-Hâlihazırda çok mağdur durumdayım, dedi. Elimden tutulması lazım, maddi, manevi müzaherete ihtiyacım var.
Muhtelif işlerde bulunmuş. Şimdi boşta ve ihtiyaç içinde bir otel köşesinde kimsesiz ve her türlü alâkadan mahrum günlerini geçiriyormuş.
-Çok iyi Arapça bilirim. Arap edebiyatına tamamen vâkıfım. İngilizcem de var. Türkçem çok kuvvetlidir. Sizden münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda tavassutunuzu ricaya geldim.
Mehmet Akif Ersoy’un vefatın 11. yılında (1947) Nusret Safa Coşkun’un yazıhanesinde cereyan ediyor bu diyalog.
Nusret Safa, bu imkanı bir fırsata dönüştürüyor ve kendisiyle röportaj yapıyor.
İş buldu mu? Yarasına merhem olabildi mi? Maalesef! …
Emin Akif o röportajda diyor ki;
Senelerce onunla Mısır’da baş başa yaşadık. Benden başka muhatabı yoktu. Son yazıları bendedir. Bunların içinde tasavvufa ait olanları da var. Kendisi neşirlerini istemedi. Fakat neşri, edebiyatımıza kazandırılmak istenilirse, ruhundan af dileyerek, neşrinde bir mahzur görmeyeceğim. Bu eserleri edebiyata kazandırmak suretiyle ifa edeceğim hizmetten duyacağım huzur, pederin sözünü dinlememekten mütevellit çekeceğim azaptan daha kuvvetli olacaktır.
Akif’in büyük oğlu Emin Akif…
Malum, Akif 1898 yılında yirmi beş yaşında iken yirmi yaşında olan Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım (1878-1944) ile evleniyor ve bu evlilikten üç kız, üç erkek çocuk dünyaya geliyor.
İsimleri sırasıyla; Cemile, Feride, Suad, İbrahim Naim (birbuçuk yaşında öldü), Emin Akif, Tahir’dir.
İbrahim Naim bir buçuk yaşında ölmüş olduğundan Emin Akif (1908-1967) Akif’in en büyük oğludur. Yusuf Tosun
Bu bahsi uzatmamızın nedeni Çetin Altan’ın, Emin Âkif’in, insanın içini burkan hayat hikâyesine gerçek dışı bir anekdot eklemiş olmasıdır. Hayret edilir ki, buna herkes inandı ve Emin’in zaten trajik hayat hikâyesine yamanmış bu asparagası kabule meyletti.” Odatv.com
Ducane Cündioğlu da şöyle anlatacaktır Emin’in hikayesini
Çetin Altan böyle anlatıyor… Osman Yüksel Serdengeçti ise 8 Şubat 1967’de Emin Âkif Ersoy’un ölüsünün bir kamyon içinde bulunduğunu anlatıp feryâd etmişti sıcağı sıcağına…
Bu sefer hikâyenin karanlık kalan kısımlarını, vefatından beş yıl sonra (1972’de) kaleme alınan başka bir yazıdan istifadeyle aydınlatmaya çalışacağız:
2) “Askerliğini nefer olarak yaptı ve kıt’asında asîl bir utanma ile Mehmed Âkif’in oğlu olduğunu sakladı. Terhisinden sonra büyük şehir İstanbul’un haneberduşlarından biri oldu. Sabahçı kahvehanelerinde ve hamamlarında yatıp barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap, ispirto ve esrar parası için hammallık yaptığını görenler vardır. 1939’da ilk defa İstanbul zâbıtası tarafından bir esrarkeş olarak yakalandı, akıl hastahanesine sevkedildi ve galiba bir suçtan bir müddet de cezaevinde kaldı. Nihayet kendisini bulan bir baba dostu tarafından Bursa’da Atatürk Çiftliği Harası’na kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi, mazbut bir hayat sürmeye başladı. Fakat 1963-1964 yılları arasında işinden çıkarıldı. İstanbul’a döner dönmez tekrar esrara düştü. 1966 başlarında zevcesi vefat edince tekrar kimsesiz kaldı, kendisini âdeta intihar kasdıyla içkiye ve esrara verdi. 1966 sonlarında birkaç ay akıl hastahanesinde kaldı. Kasım 1966’da hastahaneden çıktığında, geceleri Tophane’de bir kamyon karoseri içinde yatmaya başladı. (Çetin Altan’ın yanına bu günlerde gitmiş olmalı.)
24 Ocak 1967’de ise o karoserin içinde ölü olarak bulundu.”
Evet, şimdi biraz durup düşünün bakalım: sizce suçlu kim?
İbrahim Halil ER