Yeni taşıdıkları ev, ev halkını huzursuz ediyordu. Nedense eve girdikleri an hemen tartışmaya başlıyorlar, birbirlerine hakaretler ediyorlar ve kavga ediyorlardı. Hatta sadece onlar kavga etmiyor, aynı şekilde iki oğlu da eve girer girmez hiç yoktan bahanelerle birbirleriyle kavga ediyorlardı. Eğer aralarına girmeseler neredeyse birbirlerini iyice hırpalayacaklardı. Bir gün iyice sinirlenen oğlu mutfak camını yumruklayarak kırmış, patlayan cam kolunu ve yüzünü yaralamış, hastahaneye zor yetiştirmişti. Ellerine atılan dikiş o günün hatırası olarak tüm hayatı boyunca taşıyacaktı.
Ev, nedense onları sıkıyordu. Aslında önceleri aralarındaki bu gerilimin nedenini anlayamamışlardı. Fakat zamanla bu sorunun evden kaynaklandığını düşünmeye başladılar. Çünkü evden uzaklaştıklarında muhabbetleri iyi iken eve yaklaşmaları bile aralarındaki gerilimi artırıyordu. Akşamları hep başka yerlere gidiyorlar, kafelere takılıyorlardı. Buralarda iken sorun yaşanmıyor, ama eve yaklaştıklarında gerilimleri artıyor ve bir süre sonra sebebinin kendilerinin de hatırlamadığı bir kavga yaşanıyordu…
**
Bir gün ev sahibi ile sohbet ediyorlardı. Söz dönüp dolaşıp eve geldi. Ev yaşlı bir köylünündü. Bu evi nasıl yaptığını anlatı…
-Bak evladım! İstanbul’a Kayseri’den gelmiştim. Gençtim o zamanlar. Bir lokantada garsonluk işini buldum. Bu arada sağda solda yatıyordum. Bizim hemşehriler, şehrin dışındaki bazı arazilerde kendilerine arazi çevirip gecekondu yapmışlardı. Bana da bir arazi gösterdiler, buraya da sen bir ev yap dediler. Önce çekindim,
– Arazinin sahibi yok mu?” dedim.
– Boşver sahibini, buralar hazine arazisi, kondur bir ev, ileride nasıl olsa devlet bir şekilde af eder. Af etmese de yıllarca kira ödemeden bedava oturursun dediler.
Ben de kolları sıvadım. İşten artan kalan zamanlarda akrabalarımın yardımıyla burada iki odalı bir gecekondu diktim. Ardından evlendim. Tabi ki o zamanlar burası dağ başıydı. Hiçbir şey yoktu. Yol bile yoktu. Yani şimdiki gibi kıymetli değildi. Ara ara zabıtalar gelir, yıkma tehdidinde bulunurlardı. Biz de onlara para verir, hep erteletirdik. Sonra seçim yaklaşınca partiler geldiler, kendilerine oy vermemiz durumunda tapu vereceklerini söylediler.
Genç adam dayanamayarak araya girdi
-Nasıl tapu veriyorlar?
– Bildiğin tapu işte
– İyi de, bu araziler onların babasının malı değil ki, bu ülkenin tüm evlatlarının onun üzerinde hakkı var. Hangi hakla veriyorlar. O zaman, hazine arazisine göz dikmeyen aptal demek ki
– Bak oğlum! Sen gençsin daha devleti tanımamışsın. Bizim siyasiler oy için her şeyi yapar. Halkınmış, vatandaşınmış dinlemez, kendi babalarının malı gibi dağıtırlar. Nitekim seçimi kazanan parti en kısa zamanda bize tapularımızı verdi. Ardından belediye buraya yol yaptı, su getirdi. Sonra elektrik geldi. Derken zamanla şehir buraya taşındı, mütahitler koca koca binalar yaptılar. Gecekondu sahiplerine de arazilerinin büyüklüğüne göre daire verdiler. Benim arazim büyük olduğu için bana dört daire düştü.
Genç adam anlamıştı evin niye uğursuz olduğunu… Burası ümmetin parasının çalındığı bir yerdi. Kul hakkı vardı ama tek bir kulun değil, tüm halkın hakkı vardı burada… göz göre göre fakir fukaranın malını iç etmişlerdi, tabi ki Allah bu malı gönül huzuruyla yemelerine izin vermezdi…
– Peki bu araziler neden boştu?
– Eskiden buralar mezarlıkmış galiba… Zaten inşaat yaparken de bir sürü kemik çıkmıştı…
Evet hem halkın serveti gasp edilmiş ve hem de bir mazarlık üzerine inşa edilmişti. Tabi ki negatif enerji burada olurdu… Eşiyle arasındaki sorunların tek çözümü vardı o da buradan en kısa zamanda taşınmaktı..
Genç adam, binada oturan başka birisinin daha eşiyle sürekli tartıştıklarını ve en sonunda adamın intihar ettiğini öğrendiğinde artık taşınmaya karar vermişti…
İbrahim Halil ER