Akaid diye aslında biz kelamı mı kendimize esas aldık? Günümüz sosyal medyanın yaygınlaşması ve özel televizyonların da çoğalması üzerine bir çok akademisyenlerimiz ve hocalarımız burada çeşitli konularda fikirlerini beyan etmeye başladılar. Bu fikirlerin içerisinde ağır kelami mevzular ve geçmişte tartışılmış, cevaplandırılmış ya da ağır mücadelelere konu olmuş konular da gündeme gelmeye başladı.
Tabi ki bazı kişiler, pirim yapmak ve şöhret olmak uğruna bu netameli konuları gündeme getirmeye başladılar. Bu durum, konulara hakim olmayan gençlerimizi iyice çıkmaza sokmaya ve kendilerinden şüpheye etmeye neden oldu. Halbuki tartışılan bu konuların çoğu aslında avamın bilmesine gerek olmayan tamamen ağır kelami, felsefik ve entelektüel konulardır. Bu nedenle, bu tür konuları her yerde tartışmak ve sürekli ısıtıp ısıtıp gündeme getirmek, yarar yerine zarar getirmektedir. Bu tartışmalardan dolayı gençler sürekli bizden sağlam ehli sünnet akaidi tavsiyesi ve dersleri istemektedirler. Bu istek üzerine akid kitapları üzerine düşünmeye başladım ve maalesef gençlere önerebileceğim doğru dürüst bir kitap bulamadım.
Benim bu süreçte dikkatimi çeken en önemli unsur, aslında akid kitaplarımızın birer kelam kitabı olduğuydu. Yani biz akaid olarak kelamcıların felsefik tartışmalarını benimsiyor, kendimize göre bazı kelamcıları tercih ediyorduk. Halbuki bu kelamcıların gündeme getirdiği konuların çoğu aslında halkın zihninde bir proplem olarak duran konular olmadığı gibi, çoğunu eğer kelamcılar gündeme getirmese kimsenin aklına gelmeyecek bilgilerdi. Zaten kelamcılar da bu tür düşünceleri felsefeden, özellikle Yunan felsefesinden almış, bir anlamda İslam’a yönelik felsefi saldırılara onların silahıyla cevap verme arayışının ürünü olarak oluşturmuşlardı.
Hatta bizde kelamın asıl kurucuları da ehli sünnet alimleri olmayıp Muteziledir. Mutezile, özellikle “emri bil-ma’ruf” ilkeleri doğrultusunda İslam’ı yaymaya çalışmış ve bu uğurda felsefecilerle, zındıklarla, ateistlerle, Hristiyan, Yahudi ve çevre uygarlıklarla mücadele ederek bu ilmi oluşturmuşlar, düşmanın silahıyla silahlanmışlardır. Fakat zamanla Mutezile’nin ilim meydanından çekilmesi üzerine ortaya çıkan bu boşluğu ehli sünnet ulemaları doldurmaya çalışmış, karşı çıktıkları Mutezile’nin metotlarını kullanmış Eşari ve Maturudi’nin gayretleriyle kelam sunnileşmiştir. Buraya kadar olan süreç, ilmi gelişim açısından doğru bir süreçti. Fakat sıkıntı bundan sonra ortaya çıkmıştır.
Bu kelami meseleler zamanla bir inanılması gereken temel düşünce haline gelmiştir. Öyle bir şey ki sıradan insana bile anlamadığı bir çok felsefi terimi “alem hadis midir? Kadim midir?” gibi inanç olarak benimsemesi telkin edilmiştir. Tabi ki bu süreç, insanların akaid ile ilgili mevzulara ilgi duymamaya sürüklemiştir. Bunun sonucunda insanlar sadece ismen kendilerini bir akaide nispet ederken, aslında onun ne dediğini de anlamamış olmaktadırlar. Mutaahhirin alimlerin özellikle halka yönelik yazdıkları eserlerde “amentü esaslarını” öne çıkarmaları bu karmaşayı azaltmıştır. Fakat günümüze doğru geldiğimizde özellikle batının saldırıları sonucu oluşan yeni arayışlar, modernistlerin, oryantalistlerin bu konuları gündeme getirmesi tekrar eski tartışmaları gün yüzüne çıkarmıştır.
Ülkemizde ise bazı kesimler bu kelami mevzuları mutlaka inanmamız gereken, kabul etmemiz gereken temel umdeler olarak dayatmakta ve bunları kabul etmeyenleri dışlamakta, en hafifiyle ehli sünnet dışı ilan etmekte, fakat bunun avama yansıması kafir olarak tezahür etmektedir. Bu konularda özellikle gündemi meşgul eden en popüler konu “nüzulü İsa” konusu olmaktadır. Öyle bir kamplaşmaya doğru sürüklenmişiz ki bunu kabul etmeyenler ehli sünnet dışı ve hatta sapkın sayılmaktadır. Halbuki bunlar kelami tartışmalardır. Resulullah (sav) insanları İslam’a davet ederken nüzulü İsa’ya inanmaya mı çağırdı? yoksa tevhid ilkelerini benimsemeye mi çağırdı? Bunun gibi güncel olan Mehdi, Deccal konuları da hala insanların kamplara bölünmesine yol açmaktadır. Halbuki bunları kabul etmek veya etmemek kişiyi dinden çıkaran ve dahil eden unsurlar değil. Ama günümüzde maalesef durum bu hale getirilmiştir.
Aydınlarımız, alimlerimiz ve akademisyenlerimiz sorunları çözüp insanları bir araya toplamaya çalışmak yerine sorunları da karmaşık hale getirmekte, insanların kamplara ayrılmasına neden olmakta yani sorun çözmek yerine sorunun kaynağı olmaktadırlar. Ayrıca inanç esasları yoruma, nasları zorlamaya ve zanni delile dayanmaz. Bütün bu konular zanni delil sonucu ve özellikle muhaliflere cevap verme arayışının tezahürü olup tarihseldir. Kendi zamanın şartları içerisinde okunmalıdır. Geçmişin kendi şartları içerisinde ortaya çıkan konuları, gerekçeler bilinmeden günümüze taşınması sakıncalıdır. Bunlar inanç esasları değil, yorum ve içtihadi tartışmalardır. Felsefi ve entelektüel tartışmalardır. Tarihsel şartlarda oluşmuş hasımlara cevap verme gayreti sonucu meydana gelmiş tartışmalardır. Hangi sözün hangi akıma cevap mahiyetinde söylendiği bilinmeden günümüze taşımak doğru değildir. Halbuki akaid yani inanç esasları kesin bilgiye dayanır. Bu tür zanni bilgiye dayanmaz.
Bizim bu tür zanni bilgileri temel inanç esaslarından çıkarıp Müslümanların düşünce alanındaki çalışmaları, içtihatları ve yorumları kategorisine koymamızın zamanı gelmedi mi? Bu tür bilgileri akaid adı altında zikretmek yerine kelam veya İslam Düşünce Tarihi şeklinde yansıtmamız gerekir. Bu tür konular, daha çok alimlerimizin kendi tarihsel şartlarına dayanmaktadır. Bir çok konu, alimlerin kendi dönemlerindeki rakiplerinin fikirlerini çürütmek için ortaya attıkları fikirlerdir. Örneğin şia imameti iman esaslarına dahil ederken, ehli sünnet de onlara karşılık hulefa-i raşidini koymakta, hatta tarihsel hilafet sırasını efdaliyet olarak göstermekte ve bu şekilde inanmamız gerektiğini dikte etmektedir. Bu yaklaşım aslında tarihi din haline getirmenin bir sonucudur. Gerçi dayandıkları delil sahabenin icmasıdır. Ama sahabe halife seçerken efdaliyet anlayışına göre değil, kendilerini en iyi idare edebilecek kişi anlayışına göre seçmişlerdir. Bu mantığa göre gidersek neden dört halife ile sınırlandırdılar. Hz. Hasan’da babasından sonra halife seçilmişti. Hatta Hz. Muaviye’de o dönemin toplumu tarafından kabul edilmişti. Neden onları da sıralamaya dahil etmeyip süreci dört halife ile sınırlandırdılar. İşte bütün bu yaklaşımlar, aslında akaid olarak sunulan bilginin dönemin şartlarından oluşan bilgiler olduğunu gösterir. Bunun gibi selefi düşüncesi de akaid ilkesini üç ana ilke üzerine oturtup, buna göre inanmayanı küfürle itham edip tekfir ederken, muarızları da kendi akaidlerini benimsemeyenleri aynı şekilde değerlendirmekte, sonu gelmeyen sıfatlar, mecazlar, istiva tartışmaları yaşanmaktadır. Hatta bu ilkeler ekseninde bir müridin şeyhine olan muhabbeti bile şirk kategorisine sokularak ümmetin bölünmesine yol açmaktadırlar.
Günümüzde de aynı yaklaşım bütün şiddetiyle yaşanırken, bu konu aynı zamanda siyasi malzeme haline getirilmekte selefi ve daiş tarafından bir anlamda kendileri dışındaki herkes kafir ilan edilirken, aynı yaklaşım İmamiye Şiası olan İran tarafından da aynı silahla cevap verilerek onlar da kendilerine karşı olan herkesi kafir saymaktadırlar. Bu şimdi İslam mı? Yani kendi tarihsel mirasımız sonucu oluşan tartışmaları, düşünceleri, yorumları, içtihadları din ve inanç esasları olarak mı benimseyeceğiz? Yoksa Resulullah (sav)’in yaptığı çağrıya göre mi yaklaşacağız? Biz, felsefe ve kalamı bir inanç esası olarak değil, Müslüman entelektüel zihniyetin bir sonucu olarak görmediğimiz müddetçe birlik ve vahdeti gerçekleştiremeyiz.
Acilen, Müslümanların inanması gereken temel inançları belirlemeli, onun dışındaki tüm tartışılan konuların birer yorum olduğu deklare edilmelidir. Yoksa bu tartışmalar kıyamete kadar bitmez ve her hizip kendisini destekleyen ayet/hadisleri bolca kullanarak taraftar elde etmeye çalışır. Akaid olarak benimsediğimizin ne kadarı aslında olmazsa olmaz, ne kadarı tarihsel ve ne kadarı da şahsi içtihat/yorum olduğu belirtilmeli, birilerinin yorumları ile birbirimizi yok etmek yerine temel umdeleri ortaya çıkarmalıyız. Temel esaslar belirlendiği zaman aslında birbirimizden farklı olmadığını da görmüş oluruz.
İbrahim Halil ER