Eski kitapları hiç bir açıklamaya maruz bırakmadan, daha sonraki alimlerin bu konuyu nasıl işlediğini belirtmeden aynen tercüme edip yayınlamak, tartışmaya 800-900’lü yıllarda kaldığı yerden devam etmek anlamına gelir.
Halbuki arada geçen bin yılda konu üzerinde bir çok tartışmalar yapılmış ve olay belli bir noktaya gelmiş veya bir konsesyüs oluşturmuştur.
Biz tüm aradaki mirası attığımızda sürekli bir kısır döngü içine girmiş bulunuruz.
Tartışmaya İbni Teymiye’nin kaldığı yerden veya İmamı Eşari’nin, Maturu’dinin bıraktığı yerden değil, en son kaldığı yerden devam etmek ilimdeki süreklilği sağlar.
Sonunda bu alimlerin hepsinin görüşü aslında içtihattır. Tüm içtihatlar gibi, doğru da olabilir, yanılmış da olabilirler. Yanılırlarsa bir, isabet ederlerse on sevap alırlar.
Biz alimlerimizin görüşlerinin bir içtihat olduğunu unutuyor, din haline getiriyoruz. Ardından bu içtihatlar yüzünden kamplara ayrılıyor, birbirimizi tekfir ediyor, aramıza husumet sokuyoruz.
Halbuki bunun bir içtihat olduğunu bilirsek o alimlere nasıl ki Allah hata bile yaptıklarında sevap veriyorsa biz de gayret gösterdiklerinden dolayı şükranlarımızı iletir, katılmadığımız konularda reddiyeler yazar ve yolumuza devam ederiz.
Bu durum ilmin gelişmesini sağladığı gibi kimsenin de kalbini kırmamış, insanların da bölünmesine yol açmamış olur.
Asıl yanlış olan, düzeltilmesi gereken bakış açısı budur.
Bu herkesim için geçerli bir eleştiri…
NOT: Hatta müslümanlar dünyayı yönetirken, dehriler, zenadikler, gayri müslimler, mecusiler (hatta ebu hanifenin mecusi komşusuyla ilişkisini hepimiz biliriz) ve ehli bidaatten insanlar da vardı ve bunlar, devlet kademesinde de önemli mevkilere gelmiş, itibar görmekteydiler.
Müslümanlar hiç bir zaman bunların kafalarını kesmek (münferit olaylar hariç) gibi bir duruma yeltenmediler. Aksine onlara reddiyeler yazdılar. Özellikle ehli kelamın varlık sebebi ve mücadele alanı onlardı. Şimdi neden karşılıklı bu öfke var?
İbrahim Halil ER