
İran/Irak savaşından hemen sonraki yıllardı (1990) ama hala devrimin ve savaşın izi vardı. Her tarafta Devrim Muhafızları egemendi.
Devrim muhafızları kaldığımız otele iki araba dolusu geldiler. Bize silahları doğrulttular. Otelden karga tulumba alınıp askeri arabayla merkezlerine götürüldük.
Yanımdaki arkadaş “şimdi boku yedik” dedi.
Bunlar şimdi bizi merkeze götürürler, bütün faili meçhulleri üzerimize yıkar, iyi bir işkenceden geçirirler, dedi.
Ben işkenceye dayanamam seni hemen satarım, dedim arkadaşım “Osman”a… Zaten ismin bile burada problem. Gerçi o, İran’da Osman ismi yerine Hasan ismini kullanıyordu, her olasılığa karşı.
Bereket versin merkezde Azeri bir yüzbaşı bizi karşıladı. Epey sohbet etti. Türkçe, Farsça ve İngilizce biliyordu. Tercümana gereğimiz kalmadı. Türkçe, Farsça ve İngilizce karışımı bir sohbet/sorgu yaptık sabaha kadar… Biz tabi pisi pisine gitmemek için dikkatli konuşuyoruz. Tuzak sorulara karşı dikkatli oluyoruz. Bu güzel sohbetin dayakla veya Türkiye’ye karşı bir casusluk suçlamasıyla sonuçlanmaması için gayret ediyoruz. Zaten o dönemde böyle bir şey yapsa Türk hükümeti bizi kurtarmak için uğraşmazdı. Es kaza Türkiye’ye gelsek ülkemizde daha çok ceza yerdik.
Sabahleyin kaldığımız yere bıraktılar ama habersiz bir yere ayrılmayın dediler.
Korktuğumuz işkence ve dayağı yemedik.
Üzerimize yıkılacak bir faili meçhul şey yoktu demek ki ordan yırttık.
Suudi Arabistan’da okuyor olmamız çok sorgulandı…
Yine de Allah yardım etti de ucuz kurtulduk.
Bunun dışında İran seyahatimiz çok güzel geçti.
İran’da yaşadığım en komik şey “İran’da bize bunlar Humeynici” demeleriydi. Bunun nedeni de Tebriz’den Tahran’a giderken sabah namazı vakti otobüs caminin yanında durdu. Herkes namaz kılmak için indi. Biz de inmeye teşebbüs ettik. Bizimle sohbet eden Azeriler, sizin için zorunlu değil dedi. Biz de “Allah bize zorunlu kılmış” deyince, yanındakine “Bunlar Humeynici, dikkatli ol” diye söyledi. Yani İran’da Humeyinci olmuştuk. Türkiye’de bu yaftaya alışmış ve hatta anlıyorduk ama İran’da çok komik gelmişti bize.
İran Azerbeycanında o dönem en meşhur kişiler “Hülya Avşar ve İbrahim Tatlıses’ti” Askerler bize Hülya Avşarı soruyorlardı… Bizim o… namı buraya kadar gelmiş diye konuşuyorduk…
Tahranda yaşadığım en komik olaylardan birisi genelde İranlılar bizi durdurup adres soruyorlardı. Yani o kadar şehri biliyor havasındaydık. Ben de Tahran haritasını almıştım. Hemen haritayı açıp adresi tarif ediyordum. Hatta bir polis bile adres sordu, ona da adres tarif ettik 🙂
Kum’a gittik… kum yoktu 🙂
Molla çoktu.. Siyah sarıklılar seyyid’di… çok hürmet görüyorlardı. Orada bir ay kalıp Farçamı ilerletmek istedim. Ama uygun ortam bulamadım. Bir gün kalabildim. Hamaney’in ders halkasını dinledim. Tahran’da Hümeydi’nin mezarını ziyaret ettim. caminin ortasındaydı. Millet gidip adak adıyor, para atıyorlardı.
Savaşın ağır tahribatı vardı. Her yerde yaralı ve şehit aileleri vardı. Halk şehitlere duyarlıydı.
Burada hayat bize göre ucuz olsa da halk için pahalıydı. İran düzenli, güzel bir ülkeydi. Sokaklar temizdi ama dilenci çoktu. Bunların çoğu da savaş sonucu oluşan bir fakirliğin sonucuydu. Aileler zayıflamış ve aileye para getirenler ya şehit olmuş veya yaralanmıştı. Şiraz’da Firdevsi mezarını da ziyaret etti…
İran’dan kara yoluyla Pakistan’a geçtik.
Bu arada İran’a da kara yoluyla gitmiştik. Tebriz’e kadar karşılaştığımız bir Türk tırına bindik. Yolda muhabbet ettik. Benim Diyarakırlı, arkadaşımın da Uşak’lı olduğunu öğrenince, siz normal değilsiniz dedi ve bizi mola yerinde ekip kaçtı. Nasıl bir kordu oluşmuşsa, resmen korktu… Biz oradan bir otobüse bindik. Otobüste uyumuşum, uyandığımda arkadaşımı göremedim. Her tarafa baktım bulamadım. Şöföre sordum, arkadaşım nerede dedim. “Öldü” dedi.
Ben ona kızıp bağırınca arkadaşımın sesini duydum. Meğer arkaya geçip uzanmış ve ben görmemişim… Aslında öldü deyince bayağı korkmuştum. Çünkü uçsuz bucaksız kum çölünün ortasında gidiyorduk. Arkadaşın Osman’dı ve sanırım Kerbela haftasındaydık. Otobüstekiler sevap kazanmak için bizi öldürmeyi düşünebilirler diye düşündüm ama bozuntuya da vermedim.
İsfahan gerçekten nısfı cihan’dı. Çok güzeldi. Bir daha gitmek istediğim bir şehirdi. Kadınlar kapalıydı. Ama zoraki kapananlar belli oluyordu. Onların kehkülleri ortadan yani başörtülerinin altından sarkıyordu. Azeri birisi bize kadın pazarlamaya kalktı ve elindeki kızları övdü… Yasak değil mi dedik, polisleri görüyoruz ve sık sık yer değiştiriyoruz dedi. Ama adamlar rahattı… Dünyanın en geçerli iki işini yapıyorlardı Rüşvet ve kadın ticareti… her yerde geçerli yol..
Bu arada ateşgedelerin tapınaklarını gördük. Yalnız o dönemde içeri almıyorlardı sadece dışarıdan bakabildik. Bir tepenin üzerindeydi.
Pakistan’a gittiğimizde artık Farsça pratiğimiz iyice gelişmişti ve Pakistan’da İngilizce ile Farsça dilleriyle anlaşıyorduk.