Hırsız vaaaar! Hırsız vaaar! Diye haykırdı gecenin bir yarısında tüm mahalleli…
Kendiside ister istemez kervana katıldı…Hırsız varsa engellenmeliydi. Bu kadar insanı kimsenin rahatsız etmemesi gerekiyordu. Bakındı sağına soluna.. Nerede hırsız diye… Ama göremedi hırsızı her halde kaçmıştır diye düşündü…
Yoluna devam ederken birden ensesinden binlerce elle yakalandı. İşte hırsız, yakaladık onu diyorlardı öfkeli kalabalık. Şaşırdı. Ben miyim hırsız? Bu fani hayatta insanlara rahatsızlık vermemek için gölge bile etmeyen ben, koca mahallenin hanesine tecavüz edecek kadar düştüm mü? Onca insan varken neden yakama yapışır bu kalabalık. Benim hırsıza benzer bir yanım mı var diye düşündü.
Haykırmak ister. Ama ağzını kapatmıştır bütün eller. Mahalleli hırsız yakalamanın sevinci ile üstüne çullanmışlardır. Yumruklar ve darbeler altında ezilirken, kendisini vuran ellerin tatmin olmuşluklarını benliğinde hisseder. Ben ne yaptım da bana bu zulüm reva görülüyor diye düşünür.
Bu düşünce beynine bir kurşun gibi saplanırken beyaz atlı bir süvari karşısına dikilir. Cezalanman için bir şey yapman gerekmez. O suçu işlemen de gerekmez. Her cezayı bir ceza olarak da düşünme. Beklide sana verilen bir ceza değil bir mükafattır. Çünkü her caza da bir lezzet ve her lezzete bir ceza vardır. Senin ceza gördüğün bir sabır bir imtihanı olabilir. Bu imtihanda başarılı olman, belki de büyük yerlere gelmene yol açar. Unutma ki büyük makamlara ulaşmak büyük imtihanlarla olur. Cezalar ve mükafatlar sadece kalbi kapalı olanlar içindir. Kalbi açık olanlar, mükafatların aslında bir ceza olduğunu görürler.
Sen, bu darbeleri hissediyor musun? Hayır diye cevap verdi. O zaman niye dert ediyorsun. Varsın vursunlar… Bu senin imtihanın olabilir. Onların imtihanı da seni vurup vurmama kararıdır belki de…
Rahatlamıştı bu konuşmadan. Beyaz atlı süvarı, geldiği gibi yok olurken, kendisi de darbelerin altında yığılıp kalmıştı. Şöyle bir baktı bedenine. Kıpkırmızı bir heykele dönüşmüştü. Ne de güzel olmuştu. Ölüm de ne güzel yakışıyor bana… Beni bu kadar güzelleştireceğini bilseydim daha önce arzu duyardım.. Hem kim demiş ölüm korkuç ve çirkin diye… Ne de güzel ve rahat…
Kalabalık, hırsıza cezasını vermenin hazzıyla tatmin olmuştu… Birden siren sesleri işitildi. Polisler gelmişti. Zaten Türk polisi her zaman işini bilirdi. Olay bittikten sonra gelerek kendisine iş çıkarmıyordu. Böylece halk cezasını veriyor, polise sadece tutanak tutması kalıyordu. Ne de olsa benim memurum işini bilir demişti büyüklerimiz…
Polis, kalabalığı yardı. Kalabalıktakiler, hırsızı yakaladık diye bir anlamda polise hava atıyor ve polise yardımcı olduklarını gösteriyorlardı. Polis, lakayıt bir şekilde yaklaştı yerdeki cesede.
Bu mu hırsız? Diye sordu yaşlı komiser.
Kalabalık hep bir ağızdan “Evet” diye cevap verdi.
Komiser, kalabalığın ruhsuz bedenini şöyle bir süzdü. Sonra şöyle cevap verdi. “Sizin hırsız şimdi merkezde ifade veriyor. Bu yerdeki adamı da tanıyorum. Yukarı mahallenin camisinin müezzini. Büyük bir olasılıkla sabah ezanını okumaya gidiyordu. Sizler, masum bir insanı öldürdünüz.”
İbrahim Halil ER