İlk dönem alimleri (selef) kelam öğrenilmesini hep engellemeye çalışmış, kelamı kötülemişlerdir. Hatta İmam-ı Şafi’ye nisbet edilen “Kelam’dan vebadan kaçınıldığı gibi kaçınılması gerekir” sözü bir anlamda bu anlayışı göstermektedir.
Selef alimlerinin kelamı bu şekilde eleştirmelerinin nedeni aslında salt kelama karşı bir duruş olarak görmemek gerekir. Bu dönemde kelamla ilgilenen kesim Mutezili olduğundan kast ettikleri ve eleştirdikleri bu akidedir. Yani onlar, Kelam’ı eleştirirken aslında mutezile mezhebine yönelik bir eleştiride bulunmuşlardır. Bu ayrımı gören Subki, İmam-ı şafinin kastının mü’minleri kelamın derin sularına dalmaktan sakındırmak için söylediğini belirtir. Fakat devamla kelam alanın ihmal edilmemesi gerektiği ihtiyaç anında bundan yararlanılması gerektiğini belirtir. Yani o bir anlamda sıradan insanların değil havas dediğimiz kişilerin bu alanla uğraşması gerektiğini belirtir. Çünkü kelam tehlikeli sularda yüzmektedir. Subki şöyle sürdürür “İhtiyaç halinde kelam meselelerinde konuşmak vacibdir. İhtiyaç yokluğunda kelam konusunda sükut etmek ise sünnettir.”
Her ne kadar geleneksel alimler kelama mesafeli baksalar aslında bu Sünni ilim sahasında bu alanda ilk eser ortaya koyan bizzat Ebu Hanife olmuştur. Ebu Hanife, yaptığı bu çalışmaya kelam adı yerine “Fıkhı Ekber” adını vermiş ve bu konuda kendisine nisbet edilen bir eser yazmış/rivayet edilmiştir. Kelamın bir anlamdaki Sünni ismi en büyük fıkıh olmuştur. İçeriğine baktığımız zaman bunun tamamen kelami bir eser olduğunu görürüz. Ebu hanife’nin fıkıhla uğraşmadan önce sıkı bir kelamcı/cedelci olduğu rivayet edilmektedir. Hatta onun kelami tartışmalar için Basra’ya yirmiden fazla gittiği görülmüştür. Buna rağmen oğlunu cedelden (tartışma) men etmeye çalıştığında oğlu kendisinin yaptığını örnek verince o aradaki çizgiyi net bir şekilde çizerek şöyle beyan etmiştir. “Biz tartışmalarımızda hakikata ulaşmaya çalışıyorduk. Siz ise tartışıyorsunuz” mealinde konuşmuştur.
Buna göre Sünni kelamın aslındaki ilk kurucusu Eşari veya Maturudi değil bizzat İmam Ebu Hanife olmaktadır. Hanefi alimler bu kelami bilgileri sonraki kuşaklara iletmiş ve bilgiler üzerinden Maturudi kelamı ortaya çıkmıştır. Buna göre Maturudi kelamının mucidi aslında imam-ı Maturudi değil, bizzat Ebu Hanifedir. İmam-ı Maturudi bunu akli delillerle güçlendirerek bir ilim haline getirmiştir. Hanefi ekolu içindeki kelami damar sadece Maturudi düşüncesiyle zirveye ulaşmaz. Diğer yandan büyük bir Hanefi alim olan İmam-ı Tahavi (853-933) de bu alanda Tahavi akidesi olarak meşhur olan akaid (aslında kelam ) kitabını yazdı. Bu eser, iyi incelendiğinde fıkhı ekber çizgisinde olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar Tahavi Hanefi olsa da bu eser Selefi ekolun elinden düşürmediği bir anlamda Selef akidesi olarak yansıtıldığı bir eser olmuş, üzerinde bir çok şerhler yapılmıştır.
Buna rağmen kelam ilminin asıl kurucuları akılcı alanı temsil eden Mutezililer olmuştur. Bu alanda en büyük eserleri onlar ortaya koşmuş, usul ve programını geliştirmişlerdir. Zaten Sünni dünyasının en büyük kelami mezhebi olan imam-ı eşarinin kırk yaşına kadar bir mutezili olması ve mutezilenin en büyük alimlerinden cubbai’nin talebesi olması da bunu gösterir. Eşari, Mutezili düşüncesini terk ederek tam karşısında duran gelenekçilerin temsilcisi olan imam-ı Ahmed’in akidesini benimsediğini iddia etmiş ve kendi kelam usulunu oluşturmuştur.
Eşari ve Maturudi’nin çalışmaları fikir meydanından çekilmeye başlayan mutezile’nin bıraktığı boşluğu giderme amacına hizmet ettiği gibi, kelamın Sünnileşmesini de sağlamıştır. Her ne kadar Sünni kelam denildiğinde genelde akla sadece eşari gelse de bu alanın iki büyük öğretisi vardır. Bunlar Maturudi ve Eşaridir. Maturudi’nin geride kalmasının nedeni ilim merkezinden uzak olması (maveraunnehir) yani çevrede olmasıdır. Maturudi’nin yaptığı çalışmalar bu nedenle merkezdeki alimlerin dikkatini çekmemiş, bu düşünce Selçukluların merkeze yürümesi sonucu Müslüman alimlere sunulmuştur.
Her ne kadar eşari ve maturudi kelami Sünnileştirmiş olsalarda özellikle gelenekçi çevrenin (ehli hadis ) tepkisi ve dışlayıcı tutumundan kurtulamamışlardır. Bu anlamda kelama meşruiyet kazandıran ve bir anlamda Sünni alimlerin onayını almasını sağlayan Gazali olmuştur. Gazali’nin çalışmaları sayesinde eşari kelamı Sünni alimlerce onaylanmıştır.
Kelam, İslam dünyasının teolojik/felsefik boyutunu oluşturur. Sürekli eleştiriyle karşılaşarak günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır. Özellikle 1300 lü yıllarda ibni teymiye’nin sert eleştirileri kısmen hızlarını kesede sonraki alimlerin durumu toparlamaları ve oluşturulan bu metodu geliştirmeleri Sünni kelamın yok olmasını engellemiştir. Sünni kelamın maturudi ve eşari kolları ilk dönemlerde birbirlerine karşı hasımane tutum izlemiş olsalar da zamanla alimlerin gayretleriyle iki kelam okulu arasındaki ihtilaflar azaltılarak birleştirilmiş, birleşme temayülü göstermiştir. Bu konuda en büyük gayret de Taftazani’nindir. Onun Şerhul akaid kitabı bu alanda önemli bir dönüşümdür. Bu eser yüzyıllarca tüm medreselerde temel akaid kitabı olarak okutulmuştur. Eserin en belirgin özelliği bir Maturudi olan Nesefi akidesi üzerinde yapılan bir şerh olmasıdır. Özgünlüğü ise Taftazani’nin eşari olmasıdır. Eşari birisi, maturudi bir esere şerh yapması bu iki ekolun birleşmesine hizmet etmiştir.
Günümüzde yine islama yönelik saldırılar yapılmaktadır. Kelamın yeniden kendisini konumlandırması ve bu saldırılara karşı İslam’ı mudafa etmesi gerekir. Bu alandaki tehlikeyi ilk sezen ve ilim camiasını uyandıran bir Osmanlı alim olan İsmail Hakkı İzmirli’dir. O, Yeni ilmi Kelam adıyla bir teori geliştirmiştir. Fakat maalesef Osmanlının inkırazı ve ardından cumhuriyetin din düşmanlığı nedeniyle bu çalışma sekteye uğramıştır. Günümüz alimlere düşen görev İzmirli’nin başladığı çalışmayı sonuçlandırmaktır.
İbrahim Halil ER