Faruk Nâfiz Çamlıbel’in ünlü “Han Duvarları” şiirinde, ismi geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, Sarıkamış’tan sağ dönen bir askerdir aslında.
Yemen cephesinden Sarıkamış cephesine sevk edilen askerlerden olduğu için üzerinde kışlık elbisesi bile yoktur.
Savaş bittikten sonra köyüne, anne ve babasına dönmek için yola çıkar, ancak vereme yakalanmıştır.
Ulukışla taraflarında kaldığı bir handa, köyüne ulaşamadan ecel onu yakalar. Ölmeden önce de hanın duvarlarına aşağıdaki dörtlükleri yazar.
Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslımı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben…
On yıl var ayrıyım kına dağından
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben…
Gönlümü çekse de yârin hayâli
Aşmaya kudretim yetmez cibâli
Yolcuyum bir kuru yaprak misâli
Rüzgârın önüne katılmışım ben…
Peki Şeyhoğlu Satılmış Kimdir?
Şeyhoğlu Satılmış, Maraş Mevlevihanesi Şeyhi Selim Dedenin Oğludur. Birinci Dünya Savaşına katılır. Yemen ve Sarıkamış cephesinde savaşır. Savaş bittiğinde memleketine dönmek için yola çıkar. Fakat savaşın ve kurşunların yıkamadığı bu genci yakaladığı Verem hastalığı yıkar. Memleketine dönerken hastalanır. Hasta olduğu için daha fazla gidemeyeceğini düşünerek Ulukışla yolunda bulduğu bir Han’a konuk olur. Konakladığı Han’da vefat eder. Vefat etmeden önce kaldığı Han duvarına meşhur dörtlüğü yazar.
1922 yılının soğuk bir Mart ayında Kayseri Lisesi’ne atanan genç edebiyat öğretmeni Faruk Nafiz Çamlıbel bir yaylı arabayla Kayseri’ye giderken aynı handa misafir kalır ve Şeyhoğlu Satılmış’ın ölmeden önce duvara yazdığı o meşhur dörtlükleri görür ve ünlü şiiri Han Duvarları’na aktarır.
Bu konu üzerinde çalışma yapanlardan biri olan, Araştırmacı yazar Ömer Sağlam makalesine şöyle başlıyor. 1970’li yıllarda Çankırı’da geçen ortaokul yıllarımdan beri kulaklarımda çınlayan şiirlerden birisidir Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” isimli şiiri. İyi bir şiir okuyucusu olan Edebiyat öğretmenimiz Ömer Nihat Uzel’den dinlemiştim.
Faruk Nafiz’in aynı şiirinde aktardığına göre; duvarda yazan şiirin şairi hakkında “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış” isminden ve altına yazılan 8 Mart 37 tarihinden başka herhangi bir bilgi bulunmuyor. Yine onun şiirinde dediğine göre; Hancı da bilmiyor Maraşlı Şeyhoğlu’nun kim olduğunu. Sadece “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende” şeklinde bir bilgi veriyor.
Şiirin altında yazan 8 Mart 37 tarihi önemli. Bu tarih, o dönemde kullanılan Rumi takvime göre 8 Mart 1337 olmalıdır. Rumi Takvim’e göre Mart ayı, Miladi Takvim’e göre 14 Mart ile 13 Nisan arasına tekabül etmektedir. Bu demek oluyor ki; Şeyhoğlu Satılmış’ın şiirinin altına koyduğu 8 Mart (13)37 Rumi tarihi, Miladi olarak 21 Mart 1921 gününe tekabül etmektedir. Hanın duvarına Osmanlıca olarak işlek bir yazı yazabildiğine ve şiir de yazabildiğine göre Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, muhtemelen Medrese eğitimi almış, okuma-yazma bilen bir halk şairi, yani bir halk ozanı. Birçok Maraşlı gibi o da şair, üstelik tahsilli bir şair. Peki, bu kadarcık bilgiden hareketle; Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın tam olarak kim olduğunu ortaya çıkarmak mümkün müdür? Elbette mümkün değildir, bunun için ilave bilgilere de ihtiyaç vardır. O zaman devam edelim: Faruk Nafiz Çamlıbel hakkında verilen “18 Mayıs 1998’de İstanbul’da doğdu, 1922’de İleri gazetesinin temsilcisi olarak Ankara’ya gitti. 1922-1924 yılları arasında Kayseri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı.” şeklinde verilen bilgilerden anlıyoruz ki; Faruk Nafiz Çamlıbel 24 yaşında genç bir öğretmen olarak 1922 yılında Ankara-Ulukışla-Niğde yoluyla Kayseri’ye gidiyor, bu yolculuk esnasında konakladığı bir handa meçhul şair dostu ile karşılaşıyor.
Faruk Nafiz’in, Ulukışla’da Öküz Mehmet Paşa Hanı’nda, Araplıbeli denilen bir mevkideki adı belirsiz bir konaklama yerinde ve Kayseri’nin İncesu ilçesindeki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Hanı (Kervansarayı) olmak üzere; üç gün süren yolculuğu sırasında üç ayrı handa kaldığını ve Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan alıntıladığı üç kıtalık şiirin her bir kıtasıyla ayrı bir handa karşılaştığını söyleyenler var. Bu kanaatte olanlara göre; şair yolculuk sırasında kaldığı hanların duvarlarındaki dörtlükler yoluyla, kendinden önce savaştan dönerken aynı yolculuğu yapmış olan Şeyhoğlu’nun izini sürer. Esasen Faruk Nafiz’in şiirinden de böyle bir anlam çıkıyor. Sadece onun savaştan dönen bir Mehmetçik olduğuna dair bilgi yok Faruk Nafiz’in şiirinde.
Yukarıda da dediğimiz gibi Faruk Nafiz Çamlıbel’in, bu yolculuğu 1922 yılının Mart ayı içinde gerçekleştirdiğine ilişkin bilgiler bulunuyor yazılan yazılarda. Hancı, Şeyhoğlu Satılmış için “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende” dediğine ve Şeyhoğlu Satılmış’ın şiirinin altında 8 Mart 37 (21 Mart 1921) yazdığına göre; Şeyhoğlu Satılmış en azından 21 Mart 1921’den önceki bir tarihte Han’a gelmiş ve o handa Mart/1922 tarihine kadar yıllarca misafir olmak zorunda kalmış. Yani bu kalış, isteğe bağlı bir kalış değil, zorunlu bir kalıştır! Şiirinden anlıyoruz ki; Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, vereme tutulmuştur ve bu sebeple memleketine gidecek gücü, kuvveti ve belki parası da yoktur. O sebeple hana sığınmış, hancının ve yolcuların himmetiyle handa belki de yıllarca hasta yattıktan sonra memleketine ulaşamadan, Mart/1922 tarihinde olmak üzere Faruk Nafiz Çamlıbel o hana gelmezden birkaç gün önce orada vefat etmiştir!
Bizim gibi pek çok kişi de Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın peşine düşmüş ve onun kim olabileceği üzerinde kafa yormuştur. Bazı meraklı araştırmacılara göre; Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, aslında Sarıkamış’tan sağ dönen bir askerdir. Dörtlüklerinin girişinde “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan” dediğine göre, uzun yıllar farklı cephelerde savaştıktan sonra rivayete göre Sarıkamış cephesine sevk edilmiş, yazlık kıyafetlerle kışın ortasında Sarıkamış cephesine yollanmıştır. Savaş bittikten sonra köyüne, anne, babasına ve yavuklusuna dönmek için yola çıkmıştır ancak vereme yakalanmıştır Şeyhoğlu Satılmış. Bu sebeple Ulukışla-Niğde-Kayseri yolu üzerindeki bir handa, köyüne ulaşamadan ölmüştür. Ölmeden önce de hanın duvarlarına yukarıdaki şiiri yazmıştır.
Şiirde adı geçen Maraşlı Şeyh; bazılarına, mesela yazar Ali Avgın’a göre Maraş Mevlevihanesi’nin son şeyhi Selim Dede’dir. Coşkun Çokyiğit isimli yazar; Selim dedenin torunlarındandır. Coşkun Çokyiğit, “Geleneğin Tadı“ başlıklı makalesinde Şeyhoğlu Satılmış’ın acıklı hikayesini anlatmış. Anlattığına göre Şeyhoğlu Satılmış, kendi büyük dayısı imiş! Selim Dede tarafından Şam’a okumaya gönderilmiş, daha sonra Maraş’a geri dönemeden Birinci Dünya Harbi’ne katılmış, geri döndüğünde ‘ince ağrıya’ yakalanmıştır, İstanbul’da Vakıf Gureba Hastanesi’nde bir süre verem tedavisi görmüştür.
Ali Avgın’ın aktardığına göre; Coşkun Çokyiğit büyük dayısı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikayesini anneannesinden dinlemiş. Evlerinde Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini okuyup, oradaki Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan bahsedince anneannesi duygulanıp ağlamaya başlamış ve “Bu kişi olsa olsa benim üvey kardeşim Mehmet’tir!” demiş. Ondan sonra da Maraşlı Mevlevi Şeyhi Selim Dede’nin oğlu Mehmet olmuş Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış! Ya da Faruk Nafiz Çamlıbel’in yarattığı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, olmuş sonunda Maraşlı Mevlevi Şeyhi Selim Dede’nin oğlu Mehmet! Ali Avgın’ın aktardığına göre Coşkun Çokyiğiti’in konuya ilişkin ifadeleri şöyle: “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, yani’ Büyük Dayı’ ile karşılaşmam elbette ki beni, derinden etkilemişti. Nasıl bir heyecan fırtınası estirdiysem aile bir araya toplandı ve Han Duvarları şiirini baştan sonra dinlemek zorunda kaldı. Şiir bittikten sonra, Büyük Anneannenin kızı, anneannem Hatice Hanım’ın gözlerinden iplik iplik yaşlar geldiğini fark ettim. Bir müddet sonra, Han Duvarları şiirinde hikâyesi anlatılan Satılmış’ın yani Mehmed’in, üvey ağabeyi olduğunu, ilk gençliğinde Şıh Turan Mahallesi’nde bir kıza sevdalandığı için babası Selim Dede tarafından Şam’a okumaya gönderildiğini, daha sonra Maraş’a geri dönemeden Birinci Dünya Harbi’ne katıldığını, geri döndüğünde ‘ince ağrıya’ yakalandığını anlattı.” Görüldüğü gibi bu bilgi, tamamen bir zan ve tahminden ibarettir.
Hasan Çiftçi “İncesu Kervansaray Han Duvarlarında Adı Geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış Kimdir” başlıklı yazısında, Şeyhoğlu Satılmış için “Maraş Mevlevi Şeyhi Salim Dede’nin oğludur” dedikten sonra “Salim Dede tarafında Şam’a okumaya gönderildi. Maraş‘a dönmeden Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış Trablusgarp savaşına, birinci Dünya harbine, Balkanlar, Yemen, Sarıkamış, Milli Mücadele savaşlarına katıldı. 1911 yılı Trablusgarp Savaşı’ndan 1921 yılına kadar cephelerde kaldığı şiirinde de anlattığı gibi(On yıldır ayrıyım ana kucağından) buradan da anlaşılıyor ki on yıl cephelerde savaştı… Maraşlının hikayesi acıklıdır, halkımızın o günlerde yaşadığı hazin hikayesini sefaleti, açlığı, savaşı, aşkı, sevgiyi, çileyi anlatır. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın hikayesi Türk askerinin hikayesidir, Türk halkının hikayesidir.” diyor.
Şimdi denilecektir ki; “Şeyhoğlu Satılmış madem Sarıkamış harbinden memleketine dönerken bir handa öldü, şu halde Ulukışla-Niğde-Kayseri güzergâhında ne işi vardı? Daha doğudaki bir güzergâhtan, memleketine ulaşabilirdi…”. Hasan Çiftçi’nin yazısında onun Milli Mücadele’ye de katıldığı belirtilmiş. Eğer böyle ise memleketine dönmek için Ankara-Ulukışla-Niğde-Kayseri güzergâhını izleyerek Maraş’a gitmek istemesi normaldir. Ankara’dan Ulukışla’ya kadar kara trenle gitti, oradan da öbür tarafa at arabalarıyla gitmek isterken bir handa öldü! (marasgundemi.com, milliyet.com.tr)
Bu vesile ile tüm Sarıkamış şehitlerini rahmet ve minnetle anıyorum. Cümle Şühedanın ruhu için El- Fatiha…
EK
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey’e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler…
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben”
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!…
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu…
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı “İşte Araplıbeli!”
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
“Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben”
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
“Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
“Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…
Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
EK- MARAŞ MEVHEVİHANESİ ŞEYHİ SELİM DEDE KİMDİR?
Maraş işgaline karşı halkı harekete geçiren miting yapmıştır. Yani düşmana baş kaldıran bu kahramanlardan biri de Maraş Mevlevihanesi Şeyhi Selim Dede’dir. Selim Dede, Fransızların Maraş’ı işgali öncesinde halkı gayrete getirmek için Ulu Cami avlusunda arkadaşlarıyla büyük bir miting tertipleyerek bir taraftan düşmana gövde gösterisi yapmış, diğer taraftan da merkezi hükümete telgraflar çekerek; Fransız işgalinin bir oldubittiye gelmeden engellenmesi, burada da ortaya çıkacak ikinci bir İzmir faciası karşısında Türk ve Müslüman ahalinin hiçbir sorumluluk kabul edemeyeceğini arz ederek uyarmıştır.
Ulu Camii mitingi sonrasında, Selim Dede’nin on bir arkadaşıyla birlikte İstanbul’a merkezi hükümete gönderdikleri 14 Ekim 1919 tarihli telgrafında şu ifadeler vardır.
“Bâb-ı Âlî
Dâhiliye Nezâreti
Kalem-i Mahsûs
Telgraf Sureti
Sekiz aydan beri burada bulunan İngiliz işgal kuvvetlerinin nihayet on güne kadar livamızı tahliye ederek yerine Fransız işgal kuvvetleri yerleştirileceğini son derece heyecan ve üzüntüyle haber aldık. Aslında memlekette böyle bir işgali gerektirecek hiç bir sebep mevcut olmadığı gibi Fransızların Adana’da zavallı Türk ve Müslüman kardeşlerimize karşı binlerce şekil ve mahiyette reva gördükleri zulümden dolayı kalplerinde büyük nefretler hisseden bütün halk bu işgali bütün varlığıyla red ve başarısızlığa mahkûm etmek üzere bugün büyük bir miting düzenlemiştir. Fransız işgalinin bir oldubittiye gelmeden engellenmesi, burada da ortaya çıkacak ikinci bir İzmir faciası karşısında Türk ve Müslüman ahalinin hiç bir mesuliyet kabul edemeyeceği arz edilmiştir. Durum Feldmareşal Allenby’e de bildirilmiş olduğundan bu konuda gerekli acil ve kesin teşebbüslerde bulunulmasını önemle rica eyleriz. 14 Ekim 1919.
Mevlevî Şeyhi Selim Dede, Kadı oğlu Ziya, Çukadar oğlu Hacı Mehmed, Miting namına kürsü şeyhi Hafız Ali Rıza, Kocabaş Ömer, Doktor Mustafa, Eczacı Lütfü, Beşan oğlu İbrahim, Vehbi Efendi oğlu Mehmed Edib, Çiftçilerden Katip oğlu Mustafa, Çukadar oğlu Mustafa, Buhâri oğlu Abdülkadir.”
Söz konusu telgrafta; Fransızlar’ın Maraş’a geleceği bilgisi üzerine Selim Dede, “İkinci bir İzmir faciası karşısında Türk ve Müslüman ahalinin hiç bir mesuliyet kabul edemeyeceği” uyarısında bulunmuştur. Bilindiği üzere 15 Mayıs 1919 da İzmir Yunanlılarca işgal edilmiş, Hasan Tahsin’in ilk kurşunuyla Türk direnişi başlamıştı. Şeyh Selim Dede, Fransızlar daha Maraş’a gelmeden, sanki Sütçü İmam ve Bayrak hadiselerinin yaşanacağını ferasetiyle öngörmüş, Maraş’ta da böyle bir direniş olabileceğini İstanbul hükümetine telgraf çekerek konunun ciddiyetini dile getirmiştir…
Şeyh Selim Dede bu telgraftan bir hafta sonra, 21 Ekim 1919 günü İstanbul’a bir telgraf daha yazmış. Bir önceki telgrafın kopyasını yazısına ek olarak koyarak “Maraş’ta işgali gerektirecek hiçbir sebep olmadığı” uyarısını merkezi hükümete tekrar hatırlatmıştır.
Söz konusu ikinci telgraf metni ise şu şekildedir:
“Bâb-ı Alî
Dâhiliye Nezâreti
Kalem-i Mahsûs 8115/1674
Hariciye Nezareti’ne
Maraş’ta bulunan İngiliz işgal kuvvetlerinin on güne kadar livayı boşaltarak yerine Fransız işgal kuvvetlerinin yerleştirileceğini haber aldıklarından ve aslında orasının işgalini gerektirecek hiç bir sebep olmadığından bahseden bazı ifade ve istekleri içeren Mevlevî Şeyhi Selim Efendi ve arkadaşları imzalarıyla Maraş’dan çekilen telgrafın kopyası ek olarak gönderilmiş, gereğinin yerine getirilmesi nezaretinize bırakılmıştır. 21 Ekim 1919
Dahiliye Nazırı Adına Müsteşar Keşfi”
Yukarıdaki tarihi belgeleri KSÜ Tarih Bölümü Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Erhan ALPASLAN hocamızın arşivinden temin ettik. Ayrıca bu belge ve Milli Mücadele dönemindeki diğer belgeler; 2020 yılında Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından Erhan ALPASLAN imzasıyla “Arşiv Belgelerine göre Maraş Milli Mücadelesi” ismiyle kitap olarak yayınlanmıştır. Kent tarihine katkılarından dolayı Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’ne ve Erhan Hocamıza çok teşekkür ediyoruz. (marasgundem.com)