Bir dönemler eğitim verdiğim okulda çocuklara tarih bilimini sevdirmek ve daha iyi anlamalarını sağlamak amacıyla kısa bir hikaye yazmıştım.
Hatta bu hikayeyi konunun geçtiği derslerde çocuklarla canlandırarak tarihin hem sevilmesini ve hem de daha iyi anlaşılmasını sağlamıştım.
İlgili hikayeyi ilgilenen arkadaşlara da fikir vermesi amacıyla burada yayınlıyorum.
Tuna, Üniversitede tarih profesörü olan babasının yanına gitmişti. O sırada babasının odasında başka tarihçiler de vardı. Hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Tuna’nın babası oğlunu arkadaşlarına tanıştırdı. Herkes adını ve branşını söylüyordu. Önce yaşlı ve beyaz sakallı olanı konuştu.
-Ben Hasan. Arkeolog’um. Tuna arkeolog’un ne olduğunu bilmiyordu. Merakla sordu.
-Arkeolog mu? Peki ne iş yapar Arkeolog? Hasan gülümsedi.
-Arkeologlar, tarih öncesi dönemleri araştırırlar.
-Öğretmenimiz tarih öncesi dönemde yazı olmadığını söylemişti. Nasıl araştırıyorsunuz.
-Eski uygarlık merkezlerinde kazılar yapıyoruz. Yaptığımız bu kazılardan elde ettiğimiz bulgulardan bir sonuca ulaşıyoruz.
-Evet hatırlıyorum. Hatta geçenlerde televizyonda İndianalı Jones’i seyretmiştim. O da arkeologdu. Peki siz de böyle hazine veya define buluyor musunuz?
-Kazılarda elde ettiğimiz tarihi eşya, altın ve hazineler devlete aittir. Onları müzelere teslim ediyoruz.
-Bunlar mezar kazıyıcısı oğlum, diye araya girdi babası gülerek. Hasan bu sözden alınmamıştı.
-Evet bir anlamda öylede diyebilirsiniz. Eski uygarlıklara ait mezarları da kazıyarak bilgiler elde ediyoruz.
Tuna hayal kırıklığına uğramıştı. O, define peşinde koşan ilginç bir hikaye bekliyordu. Diğer tarihçi kendisini tanıttı.
-Benim adım Murat. Epigrafım. Tuna şaşırdı.
-Epi ne?
-Epigraf. Yani anıt ve kitabe bilimi. Bizim işimiz eski uygarlıklara ait anıt ve kitabeleri araştırmak, okumak
-Yani siz o kargacık burgacık yazıları okuyabiliyor musunuz?
-Hepsini değil. Ama bazılarını okuyabiliyorum. Ayrıca, eğer epigrafi olmasaydı bugün bir Orhun kitabelerini okuyamayacaktık.
-Peki hiç bilinmeyen bir yazıyı nasıl çözmüşler. Bildiğim kadarıyla o eski uygarlıklar yok olmuş.
-Doğru biliyorsun. Ayrıca, baban gibi tarihe de meraklısın. Eski uygarlıkların yazılarının çözülmesi uzun ve yorucu bir çabanın sonucu oldu. Genelde başka dillerle birlikte yazılmış olan metinlerin karşılaştırılması ve uzman tarihçilerin özel çabaları sonucu ortaya çıktı. Ayrıca ben eski toplumların kültürlerini, geleneklerini ve örflerini de araştırıyorum. Buna Etnoloji denir.
-Bak oğlum bu da Yaşar amcan. O da filolog diye tanıştırdı babası.
-Filololg mu? Yani fil bilimi mi?
-Bu cevap karşısında odayı derin bir kahkaha sardı. Filolog olan Yaşar amca mütebessim bir yüzle filoloji dil bilimidir oğlum diye araya girdi. Tuna bir şey daha öğrenmişti. Dil bilimi diye bir bilim dalı olduğunu artık biliyordu.
-Peki filoloji hangi dilleri inceler.
-Aslında bütün dilleri inceleyen bilim dallarına denir. Fakat biz daha çok eski dilleri inceliyoruz. Örneğin Sümerce’yi, Akadca’yı..
-Öğretmenimiz eski yazıları Paleografların incelediğini söylemişti.
-O işe ben bakmıyorum. Onu Göksu Bey inceler diye gülümsedi Yaşar bey
-Adının geçtiğini duyan Göksu Bey kulak kabarttı. Paleografya’nın ne olduğunu minik öğrencilerine anlatmaları gerekiyordu. Bak oğlum, tarihte birçok yazı vardır. Bu yazıların tekniklerini, yazılışlarını ancak paleografya ile çözebiliriz.
-Peki tarihteki zamanları nasıl tespit edersiniz.
-Onu bizim Recep Bey yapar. Değil mi Recep Bey?
-Evet. Doğru söylüyor Tuna. Zamanların tespitini ve sıralamasını kronolok yapar. Yani takvim bilimcileri yaparlar. Bu bilime kronoloji denir.
-Bu arada Recep Bey’in bir diğer işi de paralarla ilgilenmektir diye takıldı Yaşar hoca.
-Recep Bey gülümsedi. Evet, Yaşar Bey benim Nümizmatik bilimiyle de ilgilendiğimi belirtmek istemiştir. Nümizmatik bilimi eski paraları inceler. Paralardan, geçmişle ilgili siyasi, ekonomik, sanat ve kültürleri hakkında bilgi sahibi oluruz. Ama Yaşar Bey kendisinin aynı zamanda iskeletleri incelediğini söylemedi her halde.
– Yaşar bey yaptığı işinin bu şekilde küçümsenmesinden biraz alınarak, ne demek iskelet işi biz insan ırkını fiziksel açıdan inceliyoruz. Bizim ilgilendiğimiz bu bilim dalına Antropoloji deniliyor. Sen nasıl küçümsersin. Ama neyse, zaten paradan başka bir şeyi gördüğün yok diye takılmaya devam etti.
-Tuna’nın merakı artmıştı. Peki iskeletleri nasıl inceliyorsunuz? Onların hangi döneme ait olduklarını nasıl biliyorsunuz?
-İskeletleri ve fosilleri karbon 14 yani kimya yardımıyla ölçüyoruz.
Onlar bu şekilde sohbet ederken içeriye elinde bir haritayla yaşlı bir öğretim görevlisi girdi. Diğer hocalar onun karşısında saygıyla eğildiler.
-Fatih bey diplomasi bilimiyle ilgilenir diye tanıştırdılar.
-Yani o bir diplomat mı? Diye sordu Tuna.
-Hayır diplomat değil, Diplomasi. Yani devletlerarası ilişkileri, antlaşmaları, yazışmaları inceler.
-Peki bütün bu ilişkileri nerden biliyor.
-Onları arşivlerden ve kütüphanelerden elde ediyor.
-Bu arada Mecit Mumin Bey toplantıya gelmedi gören var mı? Diye sordu Tuna’nın babası. Kimse görmemişti. Nerde kaldı bu Mecit Bey hep toplantılara geç kalıyor.
-Tuna merakla sordu. Mecit Bey kim baba?
-O mu? O aslında tarihçi değil, Coğrafyacı. Ama araştırma yapacağımız konuda onun coğrafik bilgilerine de ihtiyacımız var.
-Tarihte coğrafyanın ne işi var baba.
-İşi olmaz olur mu oğlum? Tarihi olaylar nerde olur? Bir mekanda, O mekanı kim araştırır? Coğrafyacılar. Dolayısıyla olayın gerçekleştiği her mekanla ilgili coğrafyacılardan yararlanırız.
Tuna o gün akşama kadar babasının arkadaşlarıyla yapmış oluğu tarihi sohbetleri dinledi. Bilgisi arttı.
Not: Hikayede ismi geçenler, o dönemde birlikte çalıştığım öğretmen arkadaşlarımdır. Bu vesileyle onları da anmış olalım.. 🙂
İbrahim Halil ER