Türkiye’nin vatandaşlarında girişimcilik ruhunu geliştirmesi ve yurt dışı fobisini ortadan kaldırması için bizzat devlet eliyle ciddi projeler üretilmesi gerekmektedir. Ülkemizin halen ciddi bir yabancı dil sorunu bulunmaktadır. İşadamlarımız ve siyasetçilerimiz bile yabancı dil konusunda sorun yaşamaktadır.
Osmanlı Devleti döneminde ll. Mahmut zamanında ilk kez hariciye nezareti (Dışişleri Bakanlığı) kurulduğunda buralarda görev alacak yabancı dil bilen personel ihtiyacı ortaya çıktı. İstanbul sokaklarında günlerce tellallar yabancı dil bilen insan arayışına giriştiler fakat maalesef bulamadılar. Bunun üzerine bu açık devşirme ve azınlıklarla giderilmeye çalışıldı. Bu durum, hariciyemizin elimizden çıkmasına ve hatta Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yol açtı.
Günümüzde de halen bu ihtiyaç tam olarak giderilmiş değildir. Hatta en çok bilinen Arapça olmasına rağmen bu konuda da dile tam hakim insan sayımız oldukça yetersizdir. Halbuki Türkiye artık kabuklarını kırmaya başlıyor ve sadece İngilizce ile değil diğer dilleri bilen insanlara da ihtiyaç duymaktadır. Örneğin Çince, Rusça, Fransızca ve Malezyaca gibi dilleri bilen insan sayısı bir elin parmağını geçmez.
Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz.
Öncelikle yabancı dil eğitimi küçük yaşta verilmesi gereken bir eğitimdir ki insanda bu dil bir meleke haline getirilsin. Biz ise üniversite aşamasında öğrencilerimizi yurt dışına gönderiyoruz, bu durumda gençlerimizin yabancı dil hakimiyeti zayıf olmaktadır. Bu nedenle çok daha genç bir yaşta yani lise çağlarından itibaren yabancı dil eğitimi için çocuklarımızı ilgili ülkelere göndermemiz gerekmektedir.
Günümüzde Maarif Vakfı bize bu imkânı sunabilecektir. Maarif Vakfı, şimdi dünyanın birçok ülkesinde okullar açmaktadır. Bu okullar, bulundukları ülkenin insanlarına eğitim vermektedirler. Peki biz çocuklarımızı bu okullara göndererek onların yabancı dil konusunda iyi bir eğitim almalarını sağlayamaz mıyız? Yani bu okullar üzerinden yabancı insanları eğitirken neden kendi çocuklarımızı da eğitecek bir projeye dahil etmiyoruz. Böylece okulların bizim insan kaynaklarımızın verimli kullanılmasını ve yetişmesini sağlamış olmaz mı?
İlk önce devletin elindeki kimsesiz çocukları seçerek dünyanın çeşitli ülkelerindeki maarif okullarına dağıtarak iyi bir dil eğitimi almalarını sağlayabiliriz. Böylece ihtiyaç duyduğumuz yabancı dil bilen elemanları temin ettiğimiz gibi, ülkemizde ciddi bir sorun haline gelen kimsesiz çocuklar veya sorunlu çocukları da değerlendirmiş, bu çocukların da yetişkin olduklarında işleri de hazır hale gelmiş olacaktır. Bu çalışmanın diğer bir avantajı da yurt dışındaki okullarımızda okuyan bu çocuklar, o ülkenin ileri gelen ailelerin çocukları ile birlikte okuyacak ve böylece dünyanın birçok ülkesindeki ileri gelen insanlarla dostluk kurmuş olan insanlarımız bulunacaktır. Bu yetişmiş insanlarımız, ülkemizde önemli görevlere geldiklerinde eğitim aldıkları ülkeyi en iyi bilen ve orada dostları olan kişiler olacaktır. Bu insanlarımızın dışişlerinde çalıştığını düşündüğümüzde ne kadar verimli olacaklarını hayal bile edemeyiz.
Kimsesiz çocukların dışında ihtiyaç duyulması durumunda imtihanla yurt dışında lise eğitimi almak isteyen çocuklar alınıp Maarif Vakfı’nın bulunduğu ülkelere gönderebiliriz. Bugün İngilizce veya Fransızca öğrenmek için İngiltere veya Fransa’ya gitmeye gerek yok, doğrudan bu ülkelerin eski sömürgesi ve bu dili konuşan ülkelere giderek de bu dil öğrenilebilir.
Bu işin öğretmen boyutunu da geliştirebiliriz. Özellikle yabancı dil öğretmenlerimizin bir yıl, maarif okullarının olduğu ve kendisinin de öğretmen bulunduğu dilin pratiğini geliştirmesi için zorunlu staj yapmaya göndermeliyiz. Böylece öğretmenlerimizin pratikleri geliştiği gibi, maarif okullarının ihtiyaç duyduğu donanımlı öğretmen altyapısı oluşur ve öğretmenlerimiz de yurt dışı tecrübe yaşayarak daha verimli insan haline gelmiş olurlar.
Türkiye’nin uygulayacağı bu strateji ile yurt dışındaki eğitim çalışmalarımızdan bizim insanlarımız da faydalanmış olacağı gibi, ülkemiz insanların yurt dışı fobisi de ortadan kalkacak, dünyanın farklı ülkelerini iyi tanıyan, burada yaşamış eğitimli bir kadromuz oluşmuş olacaktır. Örneğin Çin’e 1000 kişi gönderdiğimizde Çinceyi çok iyi bilen bir kadromuz oluşacağı gibi bu gençlerin bir kısmı Çin’de kalarak burada Türk-Çin ilişkilerinin gelişmesi, medyanın bilgilendirilmesi, yatırımların takibi ve tercümanlık gibi işler yapacak, Türkiye’nin yurt dışında gönüllü elçiliğini yapmış olacaktır.
Yabancı dil öğrenme ve yurt dışı konusu bizim insanlarımız için bir fobi haline gelmiştir. Biz yurt dışındaki okullarımızdan bu konuda yararlanmalıyız. Bizim insanlarımızın da eğitimine destek olan birer okul olmasını sağlayabiliriz. Türkiye şu anki imkânları ile bu durumu en kısa zamanda kendi lehine çevirebilecek güçtedir. Sadece siyasi iradenin bu konuda bir strateji belirlemesi ve milli eğitim bakanlığı bünyesinde bir birim oluşturması ile sorun çözülecektir. Bu durum ülkemizin eğitimine büyük katkı sağlayacağı gibi, yabancı dil bilen insanlarımızın sayısını artıracak ve bu sayede Türkiye başka ülkelere daha rahat açılmış olacaktır.
Örneğin bu gönderdiğimiz gençlerin bir kısmı eğitim gördükleri ülkede kalacak ve bu ülkeler ile ülkemiz arasında köprü görevi görecek, ticari, ekonomik, kültürel ilişkilerimizin artmasını da sağlayacaklardır. Türkiye’nin tüm dikkatinin Avrupa’ya yöneldiği sırada gözlerimizi başka ufuklara ve coğrafyalara açacaklardır.
İbrahim Halil ER
Bir tüccar şöyle anlatir…
“Ankara’ya ordumuza kamyon, kamyonet satmak üzere Georges Mahe adında yaşlı bir Fransız gelmişti. Onunla tanıştım, dost olduk. Kendisi vaktiyle Çin Hindinde valilik etmiş.
Bir gün bu zatla konuşurken “Avrupa’ya öğrenci göndermek” meselesi açıldı. O şöyle dedi: “Avrupa’ya öğrenci göndermek doğru değildir. Göndereceğiniz öğrenciler, orayı gördükten sonra içlerinden “memlekete dönmek” istemezler. Döndükleri vakit, “bilmedikleri yurtlarına” alışamazlar; memleketlerine yararlı hizmetler göremezler. Onun için bundan vazgeçmelisiniz. Siz, Üniversitenize Avrupa’nın en ünlü bilginlerinden profesörler getirtiniz. Onlara vereceğiniz para ne kadar çok olursa olsun, yine yarısı memlekette kalır; oysaki öğrenciler için vereceğiniz paralar “Avrupa’ya dökülür”; siz zarar görürsünüz. Böylece ünlü profesörler, kendilerine “Türkiye’ye gitti de bir şey yapamadı” denmemesi için burada herhalde başarılı olmaya çalışırlar. Avrupa’ya hiç öğrenci göndermeyiniz, demiyorum. Göndereceğiniz gençler, üniversitenizi bitirdikten, kazandıkları ihtisasa göre memleket hizmetinde değerli işler gördükten sonra “bilgilerini artırmak”, Batı memleketlerinin bilgideki, teknikteki ilerlemelerinden, “usullerinden yararlanmak” için Avrupa’ya gönderilir. Bunlar, “memleketlerini bildiklerinden”, “sevdiklerinden”, hizmetinde bulunduklarından döndükleri vakit “daha iyi hizmet etmeye” muvaffak olurlar”. Bu sözler o günden beri zihnimden çıkmamıştır”
Kazım Nami Duru, Hatıralar, s. 107.
ATİLLA İLHAN KİTABIN ORTASINDAN KONUŞMUŞ…
“Hep söylerim, Türkiye’de ‘hasta’ olan ne halktır, ne de ekonomi; hasta olan, aydın kesiminin bir bölüğüdür.
Geçen gün laikliğin tehlikeye düştüğünü söyleyen birkaçıyla tartışacak olduk,
Laiklik anlayışları basit, sıradan ve sathi; Aslında farkında olmadan ‘seçkinci alafrangalığı’ savunuyorlar; Her zaman yaptıkları gibi ‘orijinallikle’ marjinallik’i karıştırıyorlar vs. Bir ara kafam kızmış olmalı dedim ki:
“şimdi bakın Ülke’mizde ‘tarikat liseleri’ açılması serbest olsa, filan yerde Nakşibendi Lisesi, filan yerde Kadiri Lisesi bulunsa, çocuklarınızı o liselere gönderir miydiniz?” Nasıl bir dehşete düştüklerini anlatmak gerekir mi?
Böyle bir ihtimalin tasavvuru bile tüyleri diken diken ediyordu;
Her şeyin sonu demekti bu laikliğin de, modern Türkiye’nin de, çağdaşlık hayallerinin de!.. O zaman korkunç bir şey yaptım,
‘öyleyse’ dedim,
‘çocuklarınızı yabancıların tarikat okullarında okutabilmek için niye yırtınıyor sunuz?’
Ortaya yıldırım düşmüş gibi oldu: Çoğu ya Amerikan, ya Fransız, ya İtalyan, ya da Alman Liselerini bitirmişlerdi; Çocuklarını da aynı ‘liselerde’ okutabilmek için, yapmayacakları fedakârlık yoktu: İçlerinden birisi bile düşünmüyordu ki, yurdumuzdaki (gerçekte bütün dünyadaki)
‘ecnebi’ okullar, çeşitli Hıristiyan tarikatların misyonerlik çağdaşlığım faaliyetleri içindedir;
Okulları açanlar ya da yönetenler, ya papazlardır, ya da rahibelerdir; O kadar böyledir ki bu, yakın zamanlara kadar çocuğu bu okullara göndermenin,
Türkçedeki adı ‘soeur’lere’,
ya da ‘frere’lere’ vermek idi.
Türk aydınlarının bir kısmındaki Hastalığı görüyor musunuz? Dominicain, Fransiscain, ya Jesuite papazlarının okuluna gitmeyi, çocuğunu göndermeyi (bizatihi o okulu), Laikliğe hiç de aykırı bulmuyor. ‘Çağdaşlığın’, ‘alafrangalığın’ kaçınılmaz bir gereği sayıyor; İş, üstelik mensup olduğunu iddia ettiği dinin (İslam’ın)öğretimi oldu mu, dehşete düşüyor!…
Çifte standart’ değil mi şimdi bu? Dahası kendi Ülke’si,
tarihi ve geleceği aleyhine işleyen bir ‘çifte standart’? ”
Attila İlhan (Hangi Laiklik)